viernes, 31 de diciembre de 2021

Noticias Trail Running en Turco - kosu için dag parkurlari




       


Türk Dili Uzmanı Web Siteleri
  • Yıkıl Karşımdan 3. Köprü dedik…
    July 23, 2013
    22 Temmuz 2013 Pazar günü 200 bisikletli Beşiktaş’tan Sarıyer’e pedalladı. Bir çevre katliamına dikkat çekmek için. Can Berk ve ben de oradaydık. Buyrun en başından hikayesi…
    Aydan Çelik'in çizgileriyle durum...
    Aydan Çelik’in çizgileriyle durum…
    Her halde ilk dedikoduları II. köprü tamamlandıktan hemen sonra başlamış olmalıydı 3.Köprünün… Ne de olsa beşi-bir-yerde kültürümüzde var, ayrıca köprü ve otoyol sadece inşaat sektörünün değil, Türkiye’yi dışa bağımlı kılan otomotiv ve petrol sektörlerinin de iştahını kabartan bir rant kapısı… Aynı zamanda, görecelilik kavramını ve insanoğlunun rant için neler yapabileceğini de gösteriyor… “Yok daha neler, bu ormanlar kesilir mi?” derken, bir sabah erken, 29 Mayıs 2013 günü İstanbul’u farklı bir şekilde “feth” edildiği (sincap, karaca, tavşan, kaplumbağa, göçmen kuşlar, vb yarı-vahşi kahvanların yaşadığı kuzey ormanlarının fetih vakası) haberini aldık. Ancak o zaman, 5 senedir Hasdal’daki kavşakta sürekli yapılagelen dev hafriyat ve genişletmeler, Göktürk’ten meçhule giden otoban benim gibi sıradan bir vatandaş için anlamlı oldu.
    20130723-010930.jpg
    Yıl 1995: İBB Başkanı iken verdiği demeç

    Oysa Başbakan Erdoğan, İstanbul Belediye Başkanı iken, 27 Nisan 1995 tarihinde verdiği demecinde: “Üçüncü köprü bir cinayettir. Böyle bir teşebbüs İstanbul’un çağdaş kentleşmesi ve şehir içi ulaşım sistemi için ölümcül sonuçlar doğurur” diyordu. Veya gazeteciler o basın toplantısında bozuk ayran içmişlerdi… kim bilir?
    Günümüze dönersek, mevcut durum şu: İstanbul’un kuzey orman kuşağı ( ki her yandan betonlarla sarıldığı ve her haftasonu onbinlerce araçla piknikçi akın ettiği için orman vasfını yitirmiş dev bir koru, kent ormanı. Hatta Milli Park statüsü iptalleri başladı ve mesela Belgrad Ormanı mesire alanları İBB Beltur’a devredildi..) içinden boydan boya ( olabilecek en uzun tahribatla) 18-20 metresi asfalt 40-50 metrelik bir kuşak geçecek. Kaç milyon ağacın kesileceğini bir kenara bırakın, bu daracık ormanlardaki hayvancıklar, kuşlar, sürüngenler nasıl hareket edecek de orman kendi kendini ayakta tutacak? Bu alan çok eksieri olsa da, dev bir doğada rekreasyon alanıydı. Artık otoban vızıltısında piknik ve yürüyüş yapmak “kader” mi olacak?
    3_kopru_cevreyolu_etki_alani.jpg
    3. Köprü yolu İstanbul Kuzey Ormanlarını etkileyecek mi? Etki alanı haritasına bakınca ne kadar absürt bir soru!
    Kuzey Ormanları Savunması, bu konulara dikkat çekmek için bir araya gelmiş sporsever ve çevreci bir grup. Köprüye birçok bakımdan karşılar. İstanbul’un kuzeyindeki yeni geçişin diğer iki köprüyü hafifletmeyeceğini söylüyorlar. Transit geçişlerin trafiğin sadece %2-3ü olduğunu İTÜ’nün saptadığını hatırlatıyorlar. Köprüye harcanan para ile toplu ulaşıma, başta raylı sistemlere yatırım yapılmasını öneriyorlar ( şu kısacık raylı sistemler ve metrobüs hattının ne kadar önemli olduğunu bütün İstanbullular bilir zaten).

    3_kopru_cevreyolu_orman-kiyimi.jpg
    3.Köprü ve Çevreyollarının güzergahındaki bitki örtüsü ve önemi.
    Grubun 7 Temmuz 2013  günü yaptığı ilk protesto sürüşüne 70 kadar bisikletçi katılmış. Amaçları çevreci bir taşıt ile Garipçeye ulaşıp basın bildirisi okumak. Yolda 6 kere polis tarafından durdurulup ikna edilmeye çalışılmışlar. Yılmadan devam etmişler Garipçeye ve onları “İnatçı süvari çapulcular” olarak tanımlamış olsa gerek birileri ki 2 TOMA, 1 akrep ve 100 kadar çevik kuvvet polisi ile karşılanmışlar. Yumuşak bir meltem estiğinden midir bilmiyorum, neyseki kimsenin kan şekeri düşmediği için elinden gaz da düşmemiş, tedirgin bir basın bülteninden sonra grup dönüşe geçmiş.
    Bu yaşananlar elbette 22 temmuz öncesinde tedirgin etti beni. Aynı zamanda gerçek olamayacak kadar absürt bir tablo. Bu sefer sürüş Sarıyer’e kadardı ve biz de ailecek katılalım dedik. Açıkcası hep iyi düşündüm, aynı zamanda kaçış noktalarını planladım, Hande katılmamaya karar verince evde konuyu pek açmadım:) Sürekli sosyal medyadan takip ettim. Sabah Beşiktaş’a vardığım andan itibaren polisleri inceledim. (Allah’ım, insanı polisinden şüphe ettiren yöneticilere lütfen bir güzellik düşün… ) Ortalıkta (normal olarak) çevik kuvvet yoktu, trafik ve asayiş ekipleri, motorize ekipler vardı. Hatta sürüş başlayınca konvoy başına geçip eskortluk yaptılar. Yol boyunca belli ışık noktalarında trafik ekipleri yardımcı oldu, oldukça güler yüzlüydüler. (Olması gerekenler bunlar, sonuçta çoluk çombalak ağaçlarımızı korumak istiyoruz.)
    Sürüşe geç kaldık korkusuyla Beşiktaş meydanına 15 dakika kadar geç geldik, grubu orada görünce sevindik. AdımAdımcı dostlar Ulaş, Nilhan ve Alp ile buluştuk. Sağolsunlar, sürüş boyunca hep hemen arkamızdan, kapsülü kollayarak geldiler. Ulaş ve Nilhan dönüş yoluna da eşlik etti. Can Berkle bayağıdır uzun bir sürüş yapmamıştım, her an geri dönmeye hazırdım. Kitaplar, oyuncaklar, yedek kıyafetler aldık. Evde sabah telaşı güneş kremini bulamadık ama gözlükleri ve annesinin safari şapkasını aldık. Kapsülün filesi güneşi kesiyordu, sıcaktan ve güneşten hiç şikayet etmedi. Su, karton elma suları ve söğüş havuç-salatalık dilimleri hazırladık. Bir kaç kere daha hızlı gitmemi istediğinde konvoy kurallarına uygun olarak sıramı takip ettiğimi söyledim. Ama yanımızdan sürekli önlere geçenlerin neden uymadığını sorduğumda verecek mantıklı bir cevap bulamadım. (Sonraki sürüşlerde konvoy kuralları önceden ilan edilmeli, katılanlar da riayet etmeli, en azından 5 yaşındaki oğlum böyle düşünüyor).
    Sürüş Temposu çok mülayimdi. Hızlı değilim diyorsanız sakın dert etmeyin, bir sonrakine gelin. Grup sürüşleri zaten hep ayrı bir keyif ve enerji verir.
    20130723-003636.jpg
    Beşiktaş’ta başlayan yolculuk Yeniköy Park’ında mola verdi. Burada semt sakinleri veYeniköy Dayanışma üyeleri evlerinde hazırladıkları yüzlerce sandviç, aldıkları açma ve sularla gruba moral ve enerji verdiler.
    20130723-003748.jpg
    İlk kez bir park dayanışması ekibiyle karşılaştım ve çok sıcak, içten buldum. Bize pedallarımız için teşekkür edip akşam için hazırladıkları Yeryüzü İftarı’na davet ettiler. 25 dakikalık molanın ardından devam ettik.
    20130723-003738.jpg
    Yeniköy molasında ben de bir karikatür edindim, kapsüle iliştirdim.
    Gün esprili slogan ve karikatürlerle doluydu. Sevgili bisikletçi ve çizer Aydan Çelik‘in çizgileriyle ;
    “Yıkıl Karşımdan 3. Köprü”
    “#direndoğa”
    “Ben senin yapılmama ihtimalini sevdim 3. köprü” dalgalandı.
    “Köprü değil Toplu Ulaşım”
    “Tayyip elini ormanlardan çek”
    gibi sloganlar seslendi.
    tarabya-sahilde-bisiklet2.jpg
    Yeniköy sonrasında grup daha düzenli sürdü. Bu bölümde yeni kaymak asfalt da bisiklet sürüşüne olumlu etki yaptı.
    20130723-003728.jpg
    Harika bir manzara, güzel bir hava. Sürüşün son bölümünde, Kireç Burnu’na gelirken dar bölümde trafik arkamızda tıkandı. Bir halk otobüsü de içindeki trafik canavarını serbest bırakıp Çayırbaşı girişinde 10 metre önümdeki bisiklet konvoyuna teğet olarak, roket gibi geçti. Yaşamını toplu taşıma ile kazanan bir emek işçisi, “toplu taşıma güçlendirilsin, trafik problemi çözülsün” diyen bir gruba destek olacağına tepki duyuyor. Bu olay hem şöför vatandaşın eksikliği, hem de hareketin iyi anlatılamadığının göstergesi. Oysa aynı şöför ve onbinlerce meslektaşı hergün istanbulda fazladan mesai saati ve yakıt tüketiyorlar. evlerine daha az gidebiliyorlar, daha az ekmekle gidebiliyorlar… Olay cereyan ederken 15metre ötede olan trafik ekibinin olaya seyirci kalması ise, içimi burktu. Böyle kabadayılıklara izin vermeden çek kenara, “Tehlikeli Araç kullanma” cezası neyse kes hemen.
    20130723-011104.jpg
    Foto: Kuzey Ormanları Savunması
    20130723-003712.jpg
    Ve evden yaklaşık 23km sonra Sarıyer’e vardık. Sevgili Ulaş telefonumla bizi çekti. Can Berk kapsülden çıkıp İskele parkındaki salıncak ve kaydırakların keyfini sürdü bir süre.
    Basın bildirisinin sonunda gönüllü bir grup ritim şov yaptı, ailecek izledik, eşlik ettik.
    20130723-003705.jpg
    Daha sonra Büyükdere Forumu‘nun yapıldığı parka ritim grubunun temposu ile 1km kadar yürüdük, bisikletler havada parka girildi.
    20130723-003646.jpg
    Kuzey Ormanları Savunması Facebook sayfası üzerinden etkinliklerini, 3. Köprünün doğa ve ormanlar üzerindeki tahribat ile ilgili daha fazla bilgiyi ve alternatif fikirleri takip edebilirsiniz.
  • 4. Aile Koşu Yürüyüş Şenliği
    July 20, 2013
    Fotoğraflara sayfanın en altından erişilebilir.
    İlk koşu arkadaşım ve ilham kaynağım biricik oğlumuz Can Berk, 25 Temmuz’da 5. yaşını dolduruyor.
    Ailemizi harekete geçiren küçük adamın doğum gününde biz de başkalarını harekete geçirelim istedik ve bu sene 4. kez, minikler için az sayıdaki koşu-yürüyüş organizasyonlarından biri olan doğum günü  kutlamamızı tekrar yapıyoruz.
    IV. Aile Koşu-Yürüyüş Şenliği 28 Temmuz 2013 Pazar sabahı yine Yıldız Parkı’nda yapılıyor!
    Profesyonel bir organizasyon yerine, “park run (park buluşması)” ve “dostlar arasında” çizgisindeki ufak kutlamamıza sizleri de bekliyoruz.
    start.jpg
    2012 yılında start çizgisi… Foto: Ömür Dedeoğlu
    Ne olacak?
    Bebek veya çocuğunuzu alıp geleceksiniz (yeğen kuzen de olabilir), buluşma yerimiz Çadır Köşkü (havuzlu köşk) otoparkı. Parkurumuz Çadır Köşkü havuzunun yanından Kır Kahvesi sapağına gidip geri geliyor. İster koşun, ister yürüyün.
    Bütün minikler için başarı madalyalarımız var!   Ardından isteyenler için Çadır Köşkü’nde kahvaltı-brunch* ve pastamız var.
    *Kahvaltı opsiyoneldir ve detayları aşağıdadır.
    Not:
    Bu bir doğum günü kutlaması, ama lütfen Can Berk için maddi değeri olan hediye getirmeyin. Çocuğunuzu getirin, oynasınlar, arkadaşlığın en büyük hediye olduğunu beraberce keşfetsinler. Çocuğunuz da isterse, bir resim veya kart hazırlayabilir… Hatta minik bir sergi açabiliriz…
    PARKUR570 metre uzunluk ve 9metre yükseklik değişimi içeren parkuru tıklayarak inceleyebilirsiniz.
    Kategoriler
    Jogger – koşu Arabaları: Büyük tekerlekli araba içinde bebek+ebeveyn(ler) beraber gider
    Puset – Yürüyüş Arabaları*: 3 veya dört tekerlekli puset içinde bebek + ebeveyn(ler) beraber gider
    Minik Adımlar**: Bebek artık abi/abla oldu ve yürümek/ koşmak istiyorsa ebeveyn(ler) ile koşar/yürür
    *Katılım fazla olursa pusetleri kendi arasında kategorilere ayırabiliriz.
    **Katılım fazla olursa yaş gruplarına göre kategorilere ayrılabilir.
    Not: Madalyalar bitirme madalyasıdır, kürsü yapılmayacaktır. Ödül töreninde herkes sırayla ve alkışlarla çağrılır, madalyasını alır. Lütfen çocukları ve “baba”ları kazanmak konusunda işlemeyiniz… Katılmaya cesaretlendiriniz.
    Program
    08:40-09:00 Buluşma, kayıt : Çadır Köşkü
    09:15 Açılış
    09:20 Toplu Çıkış
    09:50 Parkur Bitişi
    10:00 Ödül Töreni
    10:15 Çadır Köşkü’nde Brunch (detay aşağıda)
    11:00 Doğum Günü Pastası üfleme anı
    … Serbest Ayrılışlar
    Katılım Kayıt ve Ücreti
    IV. Aile Koşu – Yürüyüş Şenliği’ne katılım ücretsizdir. Ancak göğüs numaraları, yardım edecek ekip, madalyalar, olası katılım sürprizleri ve diğer hazırlık için gelecek kişilerin ve çocuğun
    adı-soyadı, yaş, ebeveyn sayısı bilgileri ile aşağıdaki formun doldurulması önemle rica olunur.
    4. Aile Koşu Yürüyüş Şenliği Katılım Formu için tıklayınız.
    Çadır Köşkü brunch kahvaltısı ücretlidir ve ön rezervasyona göre masa ayırtılacaktır. Servis masaya serpe kahvaltı şeklindedir ve kişi başı 17,50 TL fiyatlıdır. Kahvaltı alacak herkes (kendi tabağında yiyen çocuklar da dahil) ücrete tabiidir. Oruç tutup yemek yemeden masada eşlik edenlere servis açılmaz, ücret talep edilmez. Herkes kendi hesabını öder.
    Önemli: Kayıt başvuruları ile garanti kişi sayısı talep edildiği için gelemeyecekler en geç önceki günden mutlaka iptal ettirmelidir.
    Kurallar
    1.Her aile kendi güvenliğinden sorumludur.
    2.Arabalar asfalt ve parke taşta güvenle ilerleyebilecek bakımda olmalıdır.
    3.Toplu çıkıştan sonra her kategoride bitişi ilk geçen birinci, sonraki ikinci, bir sonraki üçüncü olur. Her bitiren madalya kazanır.
    4.Park içinde araç trafiği kısıtlıdır ama tamamen kapatılamamaktadır.
    5.Centilmenlik esastır.
    aile-kosu-yuruyus-madalya.jpg
    2012 ylından madalya dağıtım töreni. Foto: Ömür Dedeoğlu
    6.Katılım formu 26.07.2013 Cuma akşamı 17:00ye kadar doldurulmalıdır. İptaller Caner (@) maceraakademisi.com adresine gönderilmelidir. Haber vermeden gelenler için göğüs numarası ve madalya temin edilemeyebilir. (bunu kimse istemez, değil mi?)
    7.Katılım mesajlarına göre kategoriler belirlenecek ve dereceye girenlere madalya verilecektir.
    8.Arzu edenler tanıdıklarını davet edebilir.
    9.Burada yazılı olmayan durumlar aklı selim şekilde çözülür.
    Notlar ve Uyarılar -
    Yıldız Parkı Çırağan (alt) kapısı saat 09:00dan önce kapalıdır, araç girişleri Palanga Caddesindeki üst girişten yapılmalıdır. (kroki Çadır Köşkü internet adresinde mevcuttur)
    -Yıldız Parkı’na araç girişi ücretli, yaya girişi ücretsizdir.
    -Çadır Köşkü’nünde 2 ayrı otopark mevcuttur. 3. otopark olan Yıldız Porselen önündeki otopark Çadır Köşkü’ne 10dk yürüyüş mesafesindedir (2000mt). Lütfen park içinde hız limitlerine uyunuz!
    -Barboros Caddesinden yaya gelenler için; Merkez Komutanlığı kapısını geçer geçmez sağda büyük bir yaya kapısı vardır. Malta Köşkü’nün karşısına çıkar. Yolunuz kısalır (kapıdan girince sağa devam edin..)
    -Çıkış ve varış noktasında su noktası veya büfe yoktur. Çadır Köşkü’nde kahvaltı servisi vardır. WC 30 metre mesafededir. (çocuğunuz için minik bir şişe su
    getirmeyi unutmayın!)

    -Parkur üzerinde su noktası yoktur.
    -Şenlik kapsamında koşu her hava koşulunda yapılacaktır.
    -Göğüs numaraları ve madalyalar, katılıma göre yapılacağı için geleceğinizi mutlaka haber verin!
    -Kahvaltı/Brunch isteğe bağlıdır, rezervasyon için yetişkin ve çocuk sayısı gereklidir.
    -Şenlik parkurlarına gönüllü yardım etmek isteyenlerin teklifleri ciddi ciddi kabul edilir. ( şuan 3 açık pozisyon vardır: 1- Parkur dönüş görevlisi, 2- Start/finish yardımcısı, 3- Parkurda hareketli kontrol ve fotoğraf)
    4. Aile Koşu Yürüyüş Şenliği Katılım Formu için tıklayınız.
    Sürpriz ödül ve hediyeler olursa ayrıca duyurulur, ailece geçireceğiniz değerli anlarher katılımcının en büyük ödülüdür.
    Görüşmek dileğiyle,
    Caner/Hande Odabaşoğlu
    2012 yılında düzenlenen III. Aile Koşu Yürüyüş Şenliği için buraya tıklayabilirsiniz.
    2011 yılında düzenlenen II. Aile Koşu Yürüyüş Şenliği için buraya tıklayabilirsiniz.
    ŞENLİK RAPORU:
    Can Berk ve 12 arkadaşı harika bir sabah geçirdiler. 1 puset (12 ay) ve 2si 18 aylık 12 5 yaş altı kafadar yarışmanın, mücadelenin tadını çıkardılar. Bitişte Seğmen Tahin Pekmez Tüpleri sürpriz olarak onları bekledi. Parkuru tamamlayanlar bitirme madalyalarını törenle aldılar. Bizim için en güzeli, çocuklar kazanmak için rekabet etmekle beraber çizgiyi geçince hemen oyun başladı…Derece ve sıralarını unuttular. Onlardan öğrenmemiz gereken şeylerden biri daha…
    Caner ve Hande’deki Fotoğraflar bu Facebook Albümünde.
    Çiğdem’in fotoğrafları da eklendi…
    Emrah Bayrak’tan Video Klip 1:

    Emrah Bayrak’tan Video Klip 2:

    Not: Çekilen fotoğrafları lütfen ya bana iletin ya da albüm linkinizi iletin.
  • DASK ADAM 2013 tamamlandı
    July 10, 2013
    dask_logoDASK ANADOLU DAĞ MARATONU 4-6 Temmuz 2013’de Bolu’nun Seben ilçesi Köroğlu Dağlarında düzenlendi. Ve biz yine oradaydık…
    Genel Bilgiler:

    Bu yıl on dördüncüsü düzenlenen Uluslar arası DASK Anadolu Dağ Maratonu, 200 km2’lik dağlık alanda yapıldı. Yarışmaya Türkiye’nin yanı sıra farklı ülkelerden 9 yarışmacı da katıldı. Uzunlukları farklı dört parkurda 142 doğa sporcusu iki gün boyunca performans ve yön bulma becerilerini sınadılar. Parkurlar ve ilan edilen tahmini mesafeler (Ultra’da ilan edilenden kısa ve az tırmanış çıktı.):
    DASK Anadolian Mountain Marathon took place for the 14th time, July 4th-6th-2013. Total 142 runners (71 teams) started of which 9 were foriegners. This is a two stage complete self sufficient team marathon that requires navigation (plotting cordinates on map and reading it to CPs). No supplies by organisation except hot water at Camp, the race runs through the cool climate and awesome views of high Bolu lands. Race elevation is between 1200-2300 meters, some years harsh mountain weather takes charge  but occationally wonderful conditions to run.
    parkurlar
    Courses
    yaklaşık toplam parkur uzunluğu
    Estimated length
    (2 gün/days)
    yaklaşık toplam tırmanış
    Estimated Climb
    (2 gün/ days)
    ultra
    ~90 km
    ~4200 – 5500 m
    uzun
    ~70 km
    ~3200 – 4000 m
    orta
    ~50 km
    ~2200 – 3200 m
    kısa
    ~30 km
    ~800 – 1800 m
    Anadolu Dağ Maratonu (ADAM)‘ın en güzel ve eşsiz yönlerinden biri yarışmacıların yanında, sayısı onlardan çok daha fazla olan eş-dost-aile ve tanıdıklardan oluşan izleyici kitlesidir. Yarışmacıların yanı sıra kamp yapmaya ve yarışmayı izlemeye gelen yaklaşık 300 kişi kamp alanında konakladılar. Yürüyüş yaptılar.
    Bolu Valiliği, Seben Kaymakamlığı, Seben Belediyesi Bolu Orman Bölge Müdürlüğü ve Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü’nün, katkılarıyla düzenlenen, yarışmada 30 DASK gönüllüsü görev aldı. Bey Piliç, Memorial Hastaneleri ve Salomon dereceye giren yarışmacılara ikramlar ve hediyeler verdiler.
    Cumartesi akşamı ödül töreninde fotoğraf gösterimleri, müzik dinletileri ve kapanış kokteyli yapıldı. Ateş başında sohbetler yapıldı. Yarışmacılar deneyimlerini ve anılarını paylaştılar.
    Bizim Yarışımız / Our Race:
    Yarışmaya 2012 yılında olduğu gibi Aykut Çelikbaş ile beraber, Ultra parkurda katıldık. Sevgili oğlumuz, 5. yaşına girmeden 4. ADAM kampını yaptı. Bu sefer çok daha fazla keşif, eğlence ve bizler için huzur(5 yaşında hareketli bir oğlanın olabildiği kadar) ile geçti.
    Aykut ile bir hafta öncesinde koştuğumuz 86Km ^3750m’lik Lavaredo Ultra Trail yarışının psikolojik ve fiziksel yorgunluğu ile başladığımız yarış beklediğimizden iyi devam etti. Perşembe hava kararmadan kamp alanında olacak şekilde öğlen saatlerinden İstanbul’dan yola çıktık, yolda alışveriş dışında oyalanmadık. Aile çadırımızı kurup akşam yemeğine hazırlandık, malzeme ve çantalarımızı hazırlamaya başladık.
    I teamed up with Aykut as the year before. Travelled with family, my wife and son camped while we raced. Many families come and join the base camp there were more than 20 kids running around. We had stiff legs from previous week, racing the Lavaredo UT in Dolomites. Still managed a podium slot and enjoyed alot. This was a great endurance and power training for our UTMB preperations.
    DASK-ADAM-yarisma-toplantisi
    Numaralarımız dağıtılırken. Race briefing & race bibs distribution takes place the evening before day1.
    Gece 20:30 gibi açılış konuşması ve yarışma brifingi yapıldı, takımlar numaralarını ve çıkış zamanlarını öğrendiler. Son işleri ayarlayıp hızla yattık. Çıkış saatimiz 05:20 idi, saatimizin alarmını 04:30a kurduk. Büyük aile çadırımızın için hızlıca hazırlanıp 7 dakika erken çıkış alanına gittik.
    harita-isaretleme
    İlk gün haritamızı işaretlerken.  You have the map and coordinates as UTM. Need to plot carefully on the map. This is done in the racing time. F: Ceren Orhan
    Haritamızı alınca hızla bütün koordinatları işaretleyip ilk 4 hedef için taslak rota işaretledikten sonra yola çıktık. Çifte kontrollerle doğru yere işaretlediğimize baktığım için 14 dakikamızı aldı. Rotanın 2012 senesine göre daha kısa ama daha tırmanışlı olacağını öngörüyordum, mantıklı rotalar yoldan sıklıkla çıkmayı gerektiriyordu, bozuk zeminde ilerlemeye hazırlıklı olmalıydık.
    06:20AM: 1750mdeki yoldan KN2'e giderken Nefis Manzara
    06:20AM: 1750m’deki yoldan KN2′e giderken Nefis Manzara
    The awesome early morning scenery on route.
    Gün tahmin ettiğim gibi dik yollarda ve yamaçlarda, sık sık taşlık bozuk zeminde ilerleyerek geçti. Dolomitlerin yorgunluğu bacaklarda bir ağırlık yaptı, yokuşlarda hızlıca yürüyebiliyorduk ama düz zeminde koşmak zorluyordu. 5. Start alan takım olarak KN2 itibarıyla 3. Gitmeye başladık ve hep öyle devam etti. Arkamızdan çıkan 6 takımın biri önümüzdeydi, kalan beş takımın her an bizi yakalayabileceğini düşünmek ve konuşmak bizi hızlandırmaya yarıyordu ama belirsizlik içindeydik. Gün ortasında ve sonuna doğru arkamızdan gelen takımların parkurunu anlayamamakla beraber bizim parkurumuzda olduklarını sanıp hızlandık, kendimizi zorladık. Ancak ana kamp yolunda son kez gördüğümüz ekiple bir süre paralel gittikten sonra buluştuğumuzda Uzun parkur takımı olduklarını öğrenip rahatladık.
    KN5'e giden yolda, Koççuvaz Deresi girişindeki harika manzarada bir an yavaşlıyoruz.
    KN5′e giden yolda, Koççuvaz Deresi girişindeki harika manzarada bir an yavaşlıyoruz. On the way to CP5, just hitting the Koççuvaz River, it is worth a second more to breath.
    Taşoluk Tepe’sinden Köroğlu Deresi’ne 700m alçalmaya başlıyoruz, Aykut batonlarını konuşturuyor. Gün boyunca dik çıkış ve inişler yaptık, arazide “yardığımız” etaplar genelde bozuk ve zor zeminlerdi.
    Beginning of a 700m descent from 2100m ridge line. Cross country sections were mostly on rugged hard terrain this year.
    Sırttan biraz alçaldıktan sonra aşmamız gereken zemin.  The terrain to descent, still 600m to the Köroglu River bed.
    Sırttan biraz alçaldıktan sonra aşmamız gereken zemin.
    The terrain to descent, still 600m to the Köroglu River bed.
    Ardalan Yaylası'na (1750m) girerken. Seben'in en güzel ve bakımlı yaylalarından biri. Karşı sırtı aşmaya devam edeceğiz. Selam verdiğimiz yenge bize harika enerji simitleri ikram ediyor. Ardalan Yayla is located at 1750m, it's one of the most beatiful yaylas in Seben area. Say hello to locals, they may offer fresh maked food back and do take : it will be delicious.
    Ardalan Yaylası’na (1750m) girerken. Seben’in en güzel ve bakımlı yaylalarından biri. Karşı sırtı aşmaya devam edeceğiz. Selam verdiğimiz yenge bize harika enerji simitleri ikram ediyor. Ardalan Yayla is located at 1750m, it’s one of the most beatiful yaylas in Seben area. Say hello to locals, they may offer fresh maked food back and do take : it will be delicious. Our route need to pass over the ridge on the back.

    aykut-celikbas-caner-odabasoglu
    Gün1 sonunda Ara Kamp’a varmak güzel…
    Happy to finish Day 1.
    Kampa 9 saatten biraz hızlı 14:30 civarı vardık. Böylece dinlenecek ve beslenecek bol bol vaktimiz oldu. Çoklu gün yarışlarında ilk günü erken bitirip dinlenmeyi uzatmak çok değerli. Kısa bir uyku bile çektik.
    cam-minima-tent
    Ara kampta Aykut ile beraber kaldığımız hafif çadırımız (yağmur tentesini daha kurmadan.) Gün boyunca 5 ayrı kişi “Buna hanginiz giriyor?” dedi. Çok alındık. Our minimalist Camp Minimal Tent at camp (yet without the flysheet.)
    dask2013 (14)-camp-minima-tent-inside
    Çadırın içinde ancak yatabiliyoruz ama hafif olmak için biraz fedakarlık gerekli… Yes, you need to sucrifice some confort to race light – yet still both inside…
    İkinci gün güzel bir havaya zımba gibi kalktık, biraz daha yavaş işaretledik haritamızı (19 dakika) ve yola koyulduk. Uzun tırmanış ile haritadan kopup hata yaptığımız 2. nokta, sonrasında hızlı gittiğimiz 2 KN,  KN5′e giderken takip ettiğimiz mükemmel paralel patika ve ardından sık genç ormanda umutsuz Indiana Jones Bolu’da maceramız…KN6 sonrası son rampada tekrar “Allah’ım bana bir pala..” şarkısı ve günü önce arazide sonra toprak yoldan aşağı koşarak bitirişimiz…
    İkinci gün boyunca tek bir kareyi kampa 2km kala dik bir taşlık yamacı koşarak inerken durup çektim. Dağlarda koşmanın en güzel tarafı bu güzelliklerin farkında olabilmek. The only pic I took on Day2, near the end of a steep rugged downhill run. I love montain trails as you can be aware of the beauties on Earth.
    İkinci gün boyunca tek bir kareyi kampa 2km kala dik bir taşlık yamacı koşarak inerken durup çektim. Dağlarda koşmanın en güzel tarafı bu güzelliklerin farkında olabilmek.
    The only pic I took on Day2, near the end of a steep rugged downhill run. I love montain trails as you can be aware of the beauties on Earth.
    Böylece 2. günü de en iyi 3. zamanı yaparak bitirdik:
    1.gün 8:51 (17 dakika harita işaretleme dahil)/ 45km / ^2500m,
    2.gün 7:11 (19 dakika harita işaretleme dahil) / 33km/ ^1500m,
    Toplam 36 dakika hazırlık + 15:25 hareket zamanı ile toplam 75-78km arasında bir mesafeyi 4000m tırmanıp inerek aldık. Ultra Parkurda 3. olmayı başardık. Dailymile notum için tıklayınız.
    We did in two days total 36 mins of map plotting and preps + 15 hours 25 mins on foot for the 3rd place on Ultra Podium. We estimate 75-78km with little less than 4000m climbing. You can check my Dailymile post.
    Ultra parkur kürsüsünde ödülümüzü Anadolu Dağ Maratonu Düzenleme Kurulu Başkanı Hakan Gönendik’ten aldık. Elbette sevgili oğlum Can Berk ile beraber. Race Director hands out the prizes to the ultra category podium. F: Ceren Orhan
    Malzeme olarak büyük ölçüde geçen seneki ekipman ile katıldım, en önemli değişiklik ayakkabı olarak The North Face Ultra 105 kullanmam oldu ve bozuk zeminde kesinlikle çok rahat ettim. Ağır ve sert bir ayakkabı için tereddütler yersizmiş, sürekli konforlu ve (bacaklarım nispetinde) hızlı hareket ettim. Dehidre astronot yemekleri kullanmadık. Benim yemeklerim şunlardı (Aykut da benzerini tüketti):
    Yarış sırasında (2 gün toplamı):
    2 adet Seğmen tahin pekmez tüpü
    2 adet enerji jeli
    1 paket GU enerji lokumu
    1 paket çubuk kraker
    1 paket mini Cheetos
    1 avuç karışık kuruyemiş
    1 adet Tadımca bar (antep fıstıklı)
    4 adet mini snikears
    5 paket 500ml izotonik toz
    1 avuç M&M bonbon(Aykut’un paketi)
    yarım taze simit (ardalan yaylasında yengenin ikramı)
    Ara Kamp Yemeklerim (kampta kaldığım süre boyunca):
    3 paket hazır çorba
    200 gr bulgur (pişmiş taşıdığımın yarısı)
    4 dilim doygun ekmek
    1,5 parmak sucuk (ateşte kızartarak)
    1 paket Kore eriştesi, 300 gr paket
    2 adet 3ü1 arada kahve
    Kuruyemiş (genelde ikramlar)
    Yarım peynirli sandviç (ikram)
    1 paket Seğmen fındıklı çikolata tüpü
    Hızlı Sonuçlar / Quick Results 2013:
    Ülkemizde kendi alanında tek olan ve 2000 yılından bu yana her yıl düzenlenen Anadolu Dağ Maratonu’nun 2013 yılında dereceye giren yarışmacıların isimleri aşağıdadır.
    Ultra Parkur/ Ultra Course (90-130 km.)
    1- Mahmut Yavuz – İlyas Avcı
    2- İrfan Altuntaş – Murat Ekici
    3- Caner Odabaşoğlu – Aykut Çelikbaş
    Uzun Parkur / Long  Course(70-90 km) Mix (Kadın – Karma Kategori/ Women & Mix)
    1- Elena Polyakova – Deniz Hamdi Dural
    2- Neval Yaşar – Utkuer Yaşar
    3- Coraline Chapatte – Aykun Aret Taşçıoğlu
    Uzun Parkur (70-90 km) Erkek kategori / Long Course Men
    1- Faruk Kar – Alen Gavar
    2- Özay Cödel – Mehmet Kaldırım
    3- Mehmet Ünal – Bilal Kabaklı
    Orta Parkur (50-70 km) Mix (Kadın – Karma Kategori) / Medium Course Mix
    1- Adem Ateş – Elif Ateş
    2- Aylin Savacı Armador – Seyit Aydoğmuş
    3- Şirin Ocaklı-Emre Akşit
    Orta Parkur (50-70 km) Erkek kategori / Medium Course Men
    1- Kemal Özdemir – Özgür Özdemir
    2- Fuat Bozak – Kurtuluş Anıl
    3- İbrahim Oymak – Ozan Çelik
    Kısa Parkur (30-40 km) Mix (Kadın – Karma Kategori) /Short Course Mix
    1- Fatih Semiz – Duygu Tolunay
    2- Mehmet Ali Özdemir – Ayşegül Gündüz
    3- Buket Arslan – Koray İroç
    Kısa Parkur (30-40 km) Erkek kategori / Short Course Men
    1- Ahmet Bahattin Ersöz – Berkan Söylemez
    2- Halim Çal – Peter Hegyi
    3- Faruk Terzi – Semih Terzi
    DASK (Doğa Araştırmaları Sporları ve Kurtarma Derneği) www.dask.og.tr
    Diğer DASK ADAM raporlarım:
    ADAM 2012′yi kazandık!
    DASK ADAM 2011, uzun parkur maceramız
  • The North Face Single Track
    July 1, 2013
    TNF Single-TrackThe North Face Single Track, hem ilk gerçek patika papucum hem de bugüne kadar en çok değişik çift kullandığım ayakkabı modeli. Ancak düzgün bir inceleme yazmadığımı yeni fark ettim. İlk Single Track’lerimi 2011 Mayıs sonunda almıştım ( Bike and Outdoor mağazasından). Yurtdışı sitelerde The North Face Ultra 105 ile ilgili de çok yorum vardı, bu sebeple kalan az zamanda hataya kurban gitmemek için her iki çift için indirim alınca bir çift de Ultra 105. Bir ay karşılaştırmalı denedikten sonra 2011 TNF UTMB-TDS parkuru için seçimim The North Face Single Track olmuştu, bu yazımda açıklamıştım.
    İlk önce ayakkabının teknik değerlendirmesini ve yorumlarımı yazacağım. Aşağıda, bu ayakkabılarla 3 sene boyunca süre gelen ilişkimi özetleyeceğim, meraklısı okuyabilir.
    Single Track, birçok değişik arazi yapısında konforlu koşmayı sağlayan, desteğine nazaran hafif bir ayakkabı.
    • 4Eu42/UK8 numarasında tek ayakkabı 326gr, çift ayakkabı 652gr ağırlığında.
    • Taban yapısı Normal (Neutral) basışa göre,  Unleashed Performance™  isimli patentli bir AR-GE ürünü
    • Ayak ucuna doğru yarı-kıvrımlı tabanı; 22 mm/10 mm topuk/parmak ucu destekleri sunuyor
    • X-Dome™ Cradle  adını verdikleri destek sistemi özellikle orta ve topukta darbeleri emip geri tepme sağlıyor.
    • X-2™  adındaki çift yoğunluklu EVA darbe emici orta tabana sahip
    • ESS Snake Plate™ isimli delikli plastik esaslı ızgara, ayağın ön bölümünü zeminden gelecek sivri darbelere karşı koruyor
    • Tenacious™ Grip isimli yüksek tutunma özellikli off-road kauçuk tabanı dört mevsim otomobil lastiği tadında.
    2011 TDS yarışında bir çayır geçişinde.
    Tescilli isimleri kenara bırakıp; 2 senelik tecrübeme dayanan yorumlarım:
    - Ortanın altında hafif, zeminden gelen darbeleri güzel emen, 100-120km kesintisiz taşlık zeminlerde koşmaya uygun bir papuç (119km ve 31,5saat ayağımda kaldığı maksimum mesafe/süre).
    Üst kısmı: çok yumuşak, ayağı iyi sarıyor ve şeklini alıyor. Doğru bedende alındığında uzun süre kalabilir. Ayağın alışması çok hızlı. File bölümler hem yüksek havalanma sağlıyor, hem de su geçişlerinden sonra hızlı tahliye sağlıyor. Bağcıkları en zayıf noktası, çift düğüm atılması gerekiyor. Topuk güzel oturuyor. Parmak bölümü rahat.
    Orta taban: hem kısa koşular için hafif, hem uzun/bozuk satıhlı koşular için destekleyici. Taşlık yerlerde zemini hissetmeden / az hissederek koşabiliyorsunuz, öte yandan güzel kıvrılıp kayalık bozuk zeminlerde tam taban basışı destekliyor.
    Dış Taban: Altıgen şekilli tırtık deseni ve yan dişler özellikle kuru satıhlar ve toprak yollarda çok iyi tutuyor. Kaygan zeminlerde (ıslak kaya, ıslak çimler) tutuş azalıyor, basış tekniğiniz önemli. Islak devrik ağaç kütükleri ve çamur en zayıf olduğu zemin tipleri.
    Son Söz: 3 çift satın aldım, tepe tepe kullanıyorum hala. Başka söze gerek yok. Bulursanız almanızı tavsiye ederim.
    2011 TDS sırasında nehir kayalıkları geçişleri
    2011 TDS sırasında nehir kayalıkları geçişleri
    Single Track’lerim ve Ben:
    2011 Dask ADAM yarışının her iki gününde, TDS’te 119km’yi 31buçuk saatte aşarken hep ayağımdaydı. 31 saatte ayaklarımın ve ayakkabının başına gelenleri düşününce, mükemmel bir performans gösterdiğini düşündüm. Sene boyunca patika yarışlarında, antrenmanlarda hatta birkaç kısa yol yarışında giydim. 2012 DASK ADAM‘da yırtık pırtık olmasına rağmen ayağımdaydı ve ultra parkurunu kazanırken son kez çok çekti. Ayakkabı kullanım kaydı tutmaya onu aldıktan sonra başladım, bu sebeple 50-70 km eksik olabilir ama antrenman kayıtlarıma göre bana en az 499km hizmet etmiş.
    İkinci çiftimi Aralık 2011′de yine aynı mağazada yılsonu indiriminde%50 indirim duyunca aldım. Burada bir hata oldu, telefonla ayak numaramı ayırtıp iş çıkışı yol üstünde park edip 2 dakikada ödeme yapıp çıktım. Evde denemeden, ertesi sabah parka koşmaya çıktım ve… Aağıma ufak! Görevli UK10.5 (ingiliz numarası) yerine US10.5 (amerikan numarası, 10.5US = 9.5UK) ayırmış… Ayakkabıyı kullanınca patladı elimde. Neyse, bu ayakkabıyı 3-5 kısa antrenmanda daha kullanınca 10-12km ve görece düz zeminlerde ince çorapla giyebildiğimi keşfettim, antrenman papucu oldu. Yazıyı yazarken 367km ve halen hizmet etmekte.
    2012 UTMB için Single Track II olarak da bilinen 2012 versiyonunu yarıştan bir hafta önce aldım. Ayağım çok rahat ederek 104km koştum, papucun yan tarafında normal olmayan bir açıkma olunca mağaza geri aldı. Ancak ayak numaram için yenisini veremedi, değişimde başka bir genel maksat papucu almak durumunda kaldım.
    20130701-111704.jpg
    3. çift Single Track’lerim – Haziran 2013
    2013 yılında İstanbul’da rahat ettiğim ve beni 50+ kilometrelerde koruyacak bir ayakkabı bulmakta zorlandım. Asics Gel Fuji Racer çok ince ve hafif olduğu için Paris EcoTrail gibi düzgün zeminli bir 80km’de bile ucu ucuna yetmişti. Bu sebeple Lavaredo Ultra Trail‘de sıkıntı yaşamamak için daha koruyucu bir ayakkabı almam gerekiyordu. Bu işi yarıştan önce üçüncü beyaz-siyah The North Face Single Track papucumu alarak çözdüm. Normalde bu kadar uzun bir yarıtan önce ayağın ayakkabıya alışması çok önemlidir. Belki ayağım bu mesafelere alışmaya başladığı için, belki Single Track’in üst kısmı yumuşak olduğu için, belki ayağım 3 senedir Single Track’lere alıştığı için; muhtemelen her 3 sebebin birleşimiyle bir buçuk gün yürüdüğüm papuçlarla yarışa kalkıştım. Bağcıkları bile yarış sırasında birkaç kere ayarlamak zorunda kaldım, bu koşullarda konforlu bir 13 saat koştum.
    Diğer Papuç testlerim:
    Asics Gel Fuji Racer
    Asics Gel-Excel33
    Asics Gel Kayano 16 koşu ayakkabısı
    Nike Lunar Eclipse 2
    Nike Lunar Glide 4
    Nike Lunar Glide 3
    Salomon XA Pro 3D Ultra patika koşu ayakkabısı
    Scott Comp koşu ayakkabısı
    TDS papuç testi: TNF ULTRA105 mi, TNF SINGLE-TRACK mi?
    Merrell Chameleon
  • Lavaredo Ultra Trail 2013 tamamlandı
    June 29, 2013
    Logo-lavaredoTürkiye’den 6 kişi geldiğimiz The North Face Laverado Ultra Trail yarışı tamamlandı. Hava muhalefeti sebebiyle parkur 85km ve 3540 metre tırmanış olarak revize edildi ve 28 Haziran gecesi yerine 29 Haziran sabah 08:00de start verildi. Cortina hazırlıklarımızı bir önceki yazımda hızlıca özetlemiştim.
    Yarışa 6 kişi başladık, beşimiz finisher olarak bitirdi. Hızlı sonuçlar:
    Aykut Çelikbaş 11:00:21
    Faruk Kar 12:19:25
    Caner Odabasoglu 13:12:53
    Serkan Girgin 13:51:45
    Sertan Girgin 14:10:27
    Alen Gavar, ilk yarısında terk, umarız kalıcı sakatlığı yok.
    Destek mesajları yazan herkese teşekkür ederiz.
    LUT13 startında Aykut ve benim elimdeki Türk Bayrağı...
    LUT13  ilk kısa videosunda startında Aykut ve benim elimdeki Türk Bayrağı… Video aşağıda, HD izlemenizi öneririm

    Parkur kısa olmasına sert idi. Hava bulutlu, zaman zaman serin rüzgarlı, 16:00-17:30 arasında ahmak ıslatan yağmurluydu. Aşağıdaki grafikte 73-75. km’ler arasında yer alan son büyük tırmanış, hepimizin dünyaya bakışını değiştirdi:)
    Lavaredo2013 race profile
    Updated roadbook LUT13
    Yarışı kimler kazandı? 7th The North Face Lavaredo Ultra Trail fast results:
    Kadınlar/ Women:
    1. Cheryl Beatty 09.31.09
    2. Federica Boifava 09.54.56
    3. Lizzie Wraith 09.57.14
    Erkekler/ Men:
    1. Spehler Sebastien 07:39:35
    2. Wolfe Mike 08:13:47
    3. Geronazzo Ivan 08:14:15
    4. Trisconi Stefan 08:19:31
    5. Foote Mike 08:19:43
    6. Beatrici Silvano 08:24:47
    7. Zanchi Marco 08:25:25
    8. Innerkofler Eugen 08:30:14
    9. Insam Christian 08:37:10
    10. Capo Miguel 08:43:25
    Kardeş yarış Cortina Trail kürsü sonuçları / Sister race Cortina Trail Classements:
    (46K-2000m ^)Logo-cortina-trail
    Kadınlar / women:
    1. Kasia Zajac 05:05:03
    2. Rosanna Tavana 05.09.33
    3. Sylvaine Cussot 05.10.43
    Erkekler/ Men:
    1. Oliver Utting 04.02.21
    2. Csaba Nemeth 04.03.21
    3. Manuel Speranza 04.05.27
    Detaylı sonuçlar/ Detailed results:
    http://ultratrail.it/en/news-eng.html check “race times” on right top.
  • Lavaredo Ultra Trail- yarış öncesi
    June 27, 2013
    Hızlı sonuçlar burada


    Güncelleme: son 24 saatte yağan kar yukarıda çok biriktiği için rota 83/85km ve 3000m olarak güncellendi, start 29 haziran sabah 08:00 oldu. Zaman sınırı 22 saat.
    28 Haziran 2013 tarihinde koşulacak Lavaredo Ultra Trail yarışı için 26 Haziran’daCortina d’Ampezzo‘ya geldik. 2013 yarış hedeflerimde yer alan kısaca LUT diye bilinen bu yarış 118kmuzunluğunda, 1300-2400m rakım arasında toplam 5760m tırmanış ve alçalma gerektiriyor. LUT’a beraber geldiğimiz Aykut Çelikbaş yarışın tanıtımını geçen haftaki yazısında yaptığı için ben fazla tarif yapmayacağım. Türkiye’den bizim dışımızda Faruk Kar, Alen Gavar, Serkan ve Sertan Girgin kardeşler de katılıyor. Serkan ve Sertan daha önce 2 kere koştular.
    Ben hem UTMB öncesi son büyük test ve antrenman olması için, hem de son 7 sene içindeki büyümesini ilginç bulduğumdan vaka analizi amaçlı bu yarışı tercih ettim. Şubat ayında kayıt olduk, oteli Nisan’da uçağı Haziran başında çözdük. Yarışın internet sitesi çok kullanıcı dostu değil ama kapsamlı.
    İstanbul’dan Venedik’e uçak ve sonrasında 2 saat 10 dakikalık bir otobüs yolculuğu ile Cortina d’Ampezzo’a vardık. Otelimiz çıkış varış noktasına 500metredeki Hotel Regina. Eski bir aile oteli, temiz, yalın, keyifli. Odalarda internet olmaması tatile iş karışması olasılığını azaltıyor.
    Kasaba Best of the Alps isimli klasik dağ yerleşimleri birliğine üye, oldukça huzurlu, sessiz ve temiz. Gezi olaylarını benliğimizde hissederek geldiğimiz için yolculuğun son saatini geldiğimiz 2 şerit dağ yolunda İtalyanların vizyonunu dar bulduk: İnsna 3. Şeridi bisiklet yolu yapıp neden mundar eder? Neden ağaçları kesip doldurup yamacı duble yol yapmaz? Bu güzelim yamaçlarda ne güzel HES yapılır, su boşa akmaz, kireç kayasını kırkır sat, şehirde AVM yok. Kar kıyamette millet nasıl alıveriş yapacak? Turlarken yamaçlardaki yeşil içindeki evler, arkada yükselen karlı kayalık zirveler tanıdık geldi, tam çıkartamadım. Kartpostallardan mı? Esnaf lokantası duvarlarından mı?
    20130627-231339.jpg
    Günü uzun öğlen tatilinden sonra (saat 12:30-ortalama 15:00 arası her yer kapalı) doğa sporları mağazalarını gezip piyasayı yokladık, ufak eksikleri aldık. İstanbul’da ultra patika ayakkabılarımı çözememiştim yoğunluktan, son dakika alıp rahat edeceğimden emin olduğum The North Face Single Track ve yeni devam modeli Hyper Track Guidearasında hala kararsızım.
    27 Haziran sabah 7 gibi saatimizden önce uyanıp hazırlandık, kahvaltımızı takiben teleferik ile 2135metredeki Faloria istasyonuna çıktık.
    20130627-224832.jpg
    2362 metredeki Tonti istasyonuna yavaş yavaş yürüdük. Yüksekliğe tam alışmak, çok daha uzun zaman kalmayı gerektirmekle beraber ince havanın bize etkisi, yukarda havanın serin olduğunu hatırlamak, çevre manzaraları görmek, vücudu 1300 metreden yukarısı için hazırlamak içn faydalı oldu. Baton kullanım atölye çalışması da cabası.
    20130627-231059.jpg
    Patikadan devam edip Faloria boynuna inip geri döndük.
    20130627-231424.jpg
    Aykut ve ben, burada 3 ay kalabilsek ne güzel olur pozu veriyoruz.
    20130627-225159.jpg
    Toplam 3 saat yukarda kalıp kasabaya döndük. Sabahtan hazırladığımız yarış malzemelerini alıp yarış kiti dağıtılan alana gittik. Lavaredo ve kardeşi Cortina yarışlarına katılmak için mutlaka sağlık raporunu elden vermek, giymeniz ve taşımanız gereken bütün zorunlu malzemeleri ibraz etmek gerekiyor. Dağıtım başlamasından 15dakika erken gidip biraz bekledik, İznik Ultra’nın 2014 broşürlerini elden dağıttık. Aktüel haberleri taki eden birkaç kişi “İstanbul duruldu mu?” diye sordu. Bu esasında sohbet ettiğimiz her 3 kişiden birinin sorusu. İnsan ne diyeceğini bilemiyor. Daha iyi dedik. Nasıl açıklayalım halk sakin ama hükümet kendinde değil…
    20130627-225343.jpg
    Faruk, Alen ve Aykut’la kayıt işlerini 5 dakikada bitirdik. Sonrasında iki kat yukardaki yarışma fuarına geçtik.
    20130627-225538.jpgUfak bir alan, üreticiler, yarışlar, dernekler, yerel aktivite/tanıtım ofisleri toplam 13-14 stand var. Aksesuar çok fazla yok. LaSportiva modellerini inceleyip yarış standlarını dolaşıyoruz. Asics standında sohbet edip Türkiye’deki Asics sponsorlu yarışları (İznik Ultrave Geyik Koşuları) anlatıyorum, broşür bırakıyorum.
    20130627-225554.jpg
    Otel odamızda yarış kitimizi kontrol ediyoruz. Göğüs numarası, katılımcı Tshirtü (kadınlar farklı renk), bırakma torbası, torba etiketi, broşürler, balsam ve krem gibi sponsor hediyeleri, yarış öncesi ve sonrası makarna partisi kuponları…
    20130627-225610.jpg
    Yarışa gelmeden blog yazdığımızı, Düşlere Uzanan Patikaları iletip basın akreditasyonu istemiştim. “Koşan basın” olarak yarış çevresindeki basın aktivitelerinin bir kısmını takip etmek hem eğlenceli hem bilgilendirici oluyor. Buz dağının görünmeyen kısmını öğrenip raporlara eklemek, Türkiye’deki yarış organizasyonlarına taşımak. İlk medya etkinliği 15:30da, The North Face Base Camp çadırında…
    The North Face Base Camp, etkinlik pazarlamaları için özel tarlanmış, iki katlı dev bir dağ görünümlü nev-i şahsına münhasır bir çadır. 2 kere bakmamak imkansız. Alt katı Lavaredo yarışlarına ve patika koşularına ayrılmış. Üst katı daha özel, ufak etkinlikler ve sponsor atletlerin sakince dinlenmesi için.
    20130627-225629.jpg
    Etkinlik The North Face 2013 patika koşu ayakkabılarını test etmek için yarış sitesinden yapılmış duyuruya LCV yapmış 20 koşucu ve koşu basınını kapsıyor. Test ayakkabıları kişilere özel verilmiş( sonrasında toplandı). Yeni Guide serisinin teknik özelliklerini, Hyper Track Guide ve Ultra Guide arasındaki farkları, esni modeller ve rakiplere göre üstünlüğünü 15 dakika anlattıktan sonra… LUTu koşmaya gelen beş elit atlet ile beraber koşmaya başlıyoruz: Fernanda Maciel (BRA) , Zigor Iturrieta (ESP), Mike Wolfe (USA), Mike Foote (USA) ve Manuela Vilaseca (BRA) . 1km sonra teleferik istasyonuna varıp operatörün sieastadan gelmesini bekliyoruz:)
    20130627-231518.jpg
    1776 metreye çıkıp 6,5km ve 49dakka sürecek nefes kesen patikalarda koşu yapıyoruz ( son bir km ve belki 11 dakika soğuma yürüyüşü). Bu bir eğlence koşusu. Sürekli sohbet ve foto molası veriliyor. Özellikle Brezilyalı kadın koşucular yere basmıyor, adeta kayarcasına hafif koşuyorlar..
    20130628-092355.jpg
    The North Face yaz 2014 trail kolleksiyonu 2 hafta sonra Almanya’daki fuarda lanse edilecek: Koşudan sonra burada ilk ön tanıtımı yapılıyor. Ayrı bir yazı konusu ama ön bilgi: harika ürünler geliyor…
    Ve gün bitmeden emektar Single Track’leri indirimli fiyattan satın alıyorum.
    20130628-092322.jpg
    28 Haziran, sabah 09:30-10:30 The North Face atletleri ile röpörtajlar yapıp dinleneceğiz. (Röpörtajları yarıştan birkaç gün sonra yayınlanacak). Gece 23:00 (Türkiye saati ile 24:00) itibarıyla yarışımız başlayacak. Hava şimdilik kelek. Havanın açması ve Şu güzel dağlarda patikalarda keyfini çıkararak koşmayı diliyorum. Facebook ve twitter üzerinden ara geçiş noktalarımızı takip edebileceksiniz…
    Hızlı sonuçlar burada
  • Two Castles and an Abbey Trail Ultra – Kıbrıs
    June 22, 2013
    Yarışlara katılmak için seyehat etmek, çok güzel bir seyehat bahanesidir. Ultra maratonlar sebebiyle yapacağınız seyehatlerinizde turistik gezi süresi daha kısa olsa da, zaten bizlerin yan gelip yatmakla fazla bir bağımız yok… Kıbrıslı çok arkadaşım, hatta zaman zaman Kıbrıs’ta iş projelerimiz olmasına karşın ben hiç gitmemiştim. Bu sebeple Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde bir ultra maraton düzenleneceğini duyunca, heyecanlandım.castlesultra-logo
    Two Castles and an Abbey Trail Ultra (2 Kale ve 1 Manastır Patika Ultrası – www.castlesultra.com ), KKTC’yi doğu-batı ekseninde geçen Beşparmak Dağları boyunca koşan 80km’lik bir yarış. Harika bir doğa, bakir patikalar ve zorlu bir zeminde geçen organizasyon 3 yarıştan oluşuyor:
    1. The Lionheart Run/ Aslan Yürek Koşusu, 80km
    2. The Braveheart Run/Cesur Yürek Koşusu, parkurun son 27 km.si
    3. The Mountain Goat Run / Dağ Keçisi Koşusu, parkurun son 9km.si (ve en sert bölümlerinden biri)
    Rota doğudan başlayıp batıya doğru devam ediyor, güneşin arkadaş yükselmesi bir miktar avantaj.
    Yarış ufak bir organizasyon. 2012 sonbaharında ilk olarak arkadaş arasında deneme olarak koşulmuş. Yarış direktörleri Bryan ve Chris, 6 senedir Kıbrıs’ta yaşayan koşu tutkunları. Önce koşu kitlesini tetiklemişler, sonra da koştukları patikalarda bu güzel yarışı hayal edip yaşama geçirmişler. 2013 yılında 80K parkurunda 23 kişi, 27K parkurunda 24 ve 9K parkurunda 22 kişi start aldı. Organizasyon 5-6 kişilik çekirdek ekip ve yarış günü destek veren SPOT (Society for Protection of Turtles – Deniz Kaplumbağalarını Koruma Topluluğu) gönüllüleri ile kotarılmış. Sade, yeterli, tıkır tıkır çalışan ve iş bilen koşucular tarafından organize edildiği belli olan bir organizasyon.
    İznik Ultra'daki sponsorumuz Seğmen, Tahin-Pekmez Tüpleri ile Kıbrıs'taydı. Yarışmacı çantalarına ve ikmal masalarına kondu.
    İznik Ultra’daki sponsorumuz Seğmen, Tahin-Pekmez Tüpleri ile Kıbrıs’taydı. Yarışmacı çantalarına ve ikmal masalarına kondu.
    Yarışa Şubat ayında karar verip uçak biletlerini çözdüğümüz için makul bir bütçe ile çözdük. Biraz daha kısa konaklanabilir, ekonomi sağlanabilirmiş- arkadaş grubumuzun çoğu için ilk Kıbrıs seyehati olduğu için paylı gittik. Yol ve transfer çok yorucu olmadığı için 2 gece konaklama ile çözülebilir.
    Yarışma noktadan noktaya 80km devam ediyor, start ve finiş birbirine uzak. Doğuda,Kantara Kalesinden başlıyor. Bu bölgede konaklama imkanı az, ulaşım zor. Doğrusu, Kıbrıs’ta toplu ulaşım yok desem yeridir. Araç kirama şirketleri de 3 günden az araç kiralamıyor (trafik soldan akıyor!) Bitiş yeri Batı’da, Girne tepelerindeki Bellapais (Beylerbeyi) Köyü. Burası Kıbrıs’ın en turistik yerleşimi diyebiliriz. 80K yarışı sabah saat 05:00te başlıyor ve organizasyon Bellapais’ten 03:00te servis kaldırdığı için biz konaklamamızı varışa yakın konumladık. Yarış merkezi de olan Ambelia Holiday Village, apart oda ve villalardan oluşan şirin bir tesis. Girne merkeze yürümek için uzak, Bellapais köy merkezine yarıştan önce 8-12, yarıştan sonra 13-18 dakika mesafede:) ( ilk rakam gidiş, ikincisi dönüş:) ) Kıbrıs hakkında bilinmesi gerekenler, yakıt-alkol Türkiye’den ucuz, taksi-yemek-otel daha pahalı. Araba kiralamadan yarış için gittiğimiz için biz daha ikinci bölümle muhattap olduk. KKTC’de doğa harika. Elbette Akdeniz ve Muğla-Antalya şeridine benziyor. Dağ patikaları daha temiz, abudk inşaatlar başlamış sağda solda. KKTCde yaşayan Türkler pek doğa sporu yapmasa da, hükümet güzel görünen işlevi az broşürler baştırmış. Avrupa’daki kriz yüzünden doğa turizmi için gelenler azalmış. Lefkoşa Ercan Havalanı’nın uluslar arası uçuşlara kapalı olması KKTC’yi zor durumda bırakıyor.
    Beşparmak Dağlarında Koşmak 
    Yarış web sitesinde yazandan (en azından 2013 yılı başında yazılanlardan) anlaşılamadığı kadar sert bir yarış. Sertlik mesafe ve yükseklik profilinden ziyade, zeminin bozuk olmasından kaynaklanıyor. Son 50km, özellikle son 30km, çok bozuk ve taşlık arazide, sanki patika yokmuş gibi gidiyorsunuz. Yarıştan 2-3 hafta önce yağan aşırı yağmurların oluşturduğu seller orman yollarına da bol miktarda taş sürüklediği için biz ayak tabanlarımızı rahatsız eden zeminde ilerledik. Ayakkabının yumuşak ve ince tabanlı olması kesinlikle dezavantaj, baton kullanmak da avantaj.
    Katara Kalesi, 04:50, pre-start foto. F:Castlesultra.com
    Katara Kalesi, 04:50, pre-start foto. F:Bryan
    Kantara Kalesi‘nin hemen altından start alıp asfaltta yokuş aşağı birkaç kilometreyi koşarak yarışa başladık. Bu bölümde geçen senenin birincisi David Simpson, Aykut Çelikbaş, Elena Polyakova ve Mustafa Üçbilek ile beraber hızlıca bir tempodaydık. Elena hep akıllı koşar, ilk o yavaşladı. İlk kontrol noktasında Mustafa arkamda kalırken ben de Aykut ve David’e yetişmek yerine biraz daha kontrollü bir tempoda koşmaya başlayarak geride kaldım.
    Hemen start sonrası F: Catlesultra.com
    Hemen start sonrası, David’in yanında koşarken F: Bryan
    İkinci kontrol noktasına kadar orman yollarda sabah serinliğinde yanlız başıma devam ettim. Ufak yarışlarda tek başınıza uzun süreler koşabilirsiniz ve ben de öyle bir gün yaşayacağa benziyordum.
    Kontrol Noktası 2'ye yaklaşırken. Toprak Orman yolları genelde bu minvalde. F: Bryan
    Kontrol Noktası 2′ye yaklaşırken. Toprak Orman yolları genelde bu minvalde. F: Bryan
    Rotada işaretleme %90 zeminde/taşlarda kırmızı noktalar (Red Dots) ve %10 ikaz şeridi parçalarıyla yapılmıştı. Taş zemindeki noktaları bulmak çok kolay değildi. 2 boyutlu olduğu için zemine paralel olanları ancak yaklaşınca görebiliyordunuz. Rotayı ilk kez koşanlar daha temkinliydik. KN2′den sonraki etapta ufak tereddütler, ileriler yaparak doğru yolu takip ettim. Aklıma hep Geyik Koşuları‘nda kaybolup şikayet edenler geldi. Gelmesinler onlar buraya, ağlaya ağlaya bitirmeleri gerekebilir. Patika yarışlarında işaret bakacaksın, o kadar…
    Kontrol Noktası 2'den sonra dar ve teknik patikalar başladı. Bu bölümde zemin hala temiz büyük ölçüde. F: Uli Von Davlos
    Kontrol Noktası 2′den sonra dar ve teknik patikalar başladı. Bu bölümde zemin hala temiz büyük ölçüde. F: Uli Von Davlos
    KN2′den sonra parkurda ilk patika etabı başladı. Patika etapları çok keyifli ve teknik etaplar. Yarışın 2. yarısında zemin çok daha zorlu, Beşparmak Dağlarının keyfini çıkartabiliyorsunuz. KN2-KN3 arası maki bitkileri arasında yer yer dik yokuşlardan aşağıya inerek dar patikalarda koşuyorsunuz. Bu bölümde şerit parçaları da yol işaretlemesi için var. 1-2 yerde rota bulmakta tereddüt ettim, ileri geri işaret bakındım. Bu ayağın son kilometresi ana yolda asfalt kenarından KN3e gidiyor. Yarışta 3 adet çanta bırakabiliyoruz ve 29.km’deki KN3 ilk çanta noktası. Birkaç atıştırmalık alıyorum, fazla kıyafet ve fenerimi bırakıyorum.
    Ilgaz Kuruyazıcı'nın hazırladığı rota eğim profili yarışta işimize çok yaradı.
    Ilgaz Kuruyazıcı‘nın hazırladığı rota eğim profili yarışta işimize çok yaradı. Bu profil yarış öncesi organizasyonun yayınladığı GE dökümanları baz alınarak yapıldı. Bazı etaplar (özellikle son 9K) biraz farklı gerçekleşti.
    Yol kenarındaki KN3′ten dik bir rampa çıkıp toprak yollara bağlanarak, uzun bir yokuş tırmanıyoruz. KN4′ten KN5′e aldığım suyu tamamen bitiriyorum. Son 2 ay İznik Ultra ve ofis işleri sebebiyle aksayan antrenmanların eksikliği çıkmaya başlıyor. Üst bacak (squad) kaslarım yorulmaya başladı. Toprak yollar fındık-ceviz-limon ebatlarında taşlarla dolu. Yakın zamandaki aşırı yağışların sel etkisiyle gelmişler. Duyurulardaki “jeep track” ibaresine dayanarak çok yumuşak ve ince tabanlı TNF Hayasa papuçlarımın altından bütün taşlar ayağıma artık batmaya başladı. Sonuç, aşağıda da görebileceğiniz üzere neredeyse yarı yarıya yavaşladım.
    Koşu sırasında Garmin 305 ile kaydettiğim eğim profili ve mesafeye göre nabız grafiğim.
    Koşu sırasında Garmin 305 ile kaydettiğim eğim profili ve mesafeye göre nabız grafiğim.

    Benim KN geçiş GPS mesafe ve zamanlarım. KN8= Finish
    Benim KN geçiş GPS mesafe ve zamanlarım. KN8= Finish
    Alevkaya’daki KN5, ikinci çanta noktasıydı. İlk kez bir yarışta ayakkabı değiştirmek üzere çantamı aldım, Asics Gel Fuji Racer‘ları giydim. Tshirtümü atlet ile değiştirip bir yandan güneş kremi sürüp diğer yandan ikram masasından atıştırmaya devam ettim. Aniden Elena koşarak geldi , hızla ikmal yaptı, bana söylendi ve ağzına noktalar attı. Asabi olmasının sebebi 2dk sonra geldi: Janet Anderson . Elena hızla devam etti, Janet bir-iki dakika içinde toparlanıp hareket ederken ben de durmanın ecele faydası yok diyerek yetiştim. İlk dar patikada ayakkabı değişiminin çok isabetli olduğunu görüp yokuş aşağı inerken yol isteyip hızlandım. Ancak rampa yukarı ve düz eğimde koşma hızım oldukça düştüğü için Janet kısa süre sonra 20-30 metre arkama geldi. Sık çalılarda dolanan bir etapta 2012′den kalma bir işaretle yanlış yöne 100 metre kadar gittim. İlk başlarda Janet’in takip etmediğini fark edince onun kaybolduğunu düşündüm, ancak sonra kırmızı nokta görememenin stresiyle yavaşlayıp sağa sola dolandım, sonunda inat etmeyip son gördüğüm noktaya dönüp rotanın 180 derece farklı yöne gittiği gerçeğini keşfettim. Bitki örtüsü açıldığında, Janet’in 200 metre arkasına düşecek kadar hata yaptığımı gördüm. Önünüzde, sizden uzakta giden bir koşucuyla aranızdaki mesafeyi kapattığınızı göremiyorsanız, maalesef hızınızı koruyamıyor ve yavaşlıyorsunuz. Haftalık kilometre eksikliği artık bu 55.km.lerde iyice bastırdı. Ve ilk uzun yokuş aşağıda kötü haberi öğrendim: squad kaslarım artık bitmişti. Güçlü yanım olan yokuş aşağı hızlı koşmak, yarışın erken km.lerinde kalmıştı… Bir yol kenarı restaurantın önündeki KN6ya ulaşmadan önceki dik ve patikasız etap sonraki ayağın habercisi gibiydi- ama anlamadım…
    KN6′da gönüllülerden limon ve tesisten tuz alarak vücudum kadar moralimi de yükselttim. KN6-KN7 arası, en manzaralı etap. Yarış brifinginde bu etaptaki 10km.nin çok yavaş geçeceğini, zor olacağını söylemişti Bryan. Klasik Toroslar kalkerli alçak otlu yamacında, dar bir keçi patikasında 1km kıvrıla kıvrıla tırmandıktan sonra patika beli belirsiz hal aldı. Artık, bir dağın tepesine doğru, dağcılık günlerimden hatırladığım taşlık rotalardan birinde, kırmızı nokta arayarak gidiyorduk. Hem taşların üzerindeki noktaları görmek için yavaş gitmek zorundaydık hem de asimetrik taşlar arasında veya taştan taşa gitmek çok yorucu, oldukça yavaştı. Etabın yan geçiş ve yokuş aşağı bölümleri bitik squadlarımı zorluyordu. Janet’i bir süre gördüm, fark 500meter civarındayken ormana girip kayboldu. Kıbrıs’a baton getirmediğime pişman oldum. Bu etap, yorgunluk üzerine binen psikolojik yıpranma ile uzadıkça uzuyordu. 8 km ve 1,5 saat sonra asfalt bir yolun yakınındayken ona ineceğim umuduna kapıldım ama nafile… Keçileri zorlayacak oynak taş zeminde yan geçmeye devam ettik. Derken, bir zigzagı kısa kestim ve kırmızı noktaları kaybettim. Yamaçta alçalıp aramak en akıllıca hareket olacaktı. Ama bunca saat sonra beynine az oksijen gidiyor insanın. İniş çıkmak zor geldi, dağcılık içgüdülerim yamacı sağa doğru dik çık, bir nota görürsün, göremezsen kaya duvarlarının altında paralel patika bulur ilerde yakalarsın dedi. Kayalarda ellerimi kullarak tırmanıp o pararlel patikayı buldım ama 50metre sonra dev bir kayada sonlandığında moralim bozuldu. Hemen kayaya tırmanıp yan geçmek için hamle yaptım ve “DUR CANER” dedim. Son 10 dakikadır kestirme yapmak istiyordum ama sürekli daha da sarpa sarıyordu işler… Yapılması gerekeni yapmalıydım. Nokta buluncaya kadar in, aşağılarda ara, tekrar yükseklik kazan. Sevgili Aykut’un geçen seneden bana aktardığı Beverly Sills vecizesini hatırladım “There are no shortcuts to any place worth going” (Gitmeye değer hiçbir yere kestirme yol yoktur).
    Patikaya döndükten 4 dakika sonra kontrol noktasına vardım… 600 metre ilerde, tepeciğin ardındaymış…
    KN7- Buffavento Kalesin altındaydı. 3. bırakma çantamla aramda 170metre yukarıda duran foto-kontrol noktası vardı. Bu irtifayı yüzlece basamak ve setten oluşan beton patikada 1250 metre tırmanarak ve sonra aynı yolu inerek aldım.
    Ve Zirve! Buffavento Kalesi'nin tepesinde duman karşılayınca manzara göremedim. F: Kagan Tuncay
    Ve Zirve! Buffavento Kalesi’nin tepesinde duman karşılayınca manzara göremedim. F: Kagan Tuncay
    kale3
    170meter tepeden sol tarafında KN olan yol ve tırmanışın son metrelerine bakış. F:Kağan Tuncay
    Kaleye çıkıp inmek, bitmiş bacaklar ve hızlı inmeye kalktığımda biraz ağrımaya başlayan dizlerle yarım saate yakın sürdü. Son etapta sakatlık olmaması için dinlenmeye, beslenmeye karar verdim. Eğer yarış sonucu açısından düşünmek gerekiyorsa, arkadan birisi gelip bana yetişmediği sürece daha hızlı gitmeye gerek yoktu… Bu kararı verdikten bir dakika sonra Aykut ve David’in el ele finiş yaptığını öğrendim. Hanımlar da bu koşullarda kapatamayacağım kadar önümdeydiler. Benim için Castles Ultra bir antrenman yarışıydı. Şuanda kendimi kırmak, sakatlamak sınırındaydım ve yaz boyunca hedeflediğim Laverado UT, Dask ADAM ve UTMB yarışlarımı koşabilmek için mutlak sağlıklı bitirmem gerekiyordu. Süre teferruat.
    Buffavento Kalesi altındaki  kontrol noktasında kendimi dinlendiriyorum. Sağlıkla bitirmek için gerektiği kadar hızlı gideceğim. F: Bryan
    Buffavento Kalesi altındaki kontrol noktasında kendimi dinlendiriyorum. Sağlıkla bitirmek için gerektiği kadar hızlı gideceğim. F: Bryan
    Yarışın son 9km.sine başlıyorum. Bu, aynı zamanda Mountain Goat yarışmacılarının parkuru, çoğu patika koşusuna yeni başlıyorlar. Ben kaleden inerken start aldıklarını gördüm. Bu etap beklenmedik şekilde sert bir zeminde, kırmızı nokta bulma zorluklarıyla başlıyor. 1 km sonra başlayan oldukça dik iniş bittiğinde grafiğe (Ilgaz’ın GE datalarına göre hazırladığı), Bellapais’e varmaya az kalmış olmalıydı… ama tekrar yükselip tekrar iniyoruz. Rotayı bilmeyen birini tedirgin eden, son kilometreye kadar köyü göremediğiniz bir rota. Yarışın ismindeki Abbey olan Bellapais Manastır’ın önünde bitiriyoruz. Üstlerini değişmiş Aykut ve Elena beni karşılıyorlar. Sıra diğer dostları beklemeye geliyor. Organizasyonun resmi saatine göre zamanım 11:59:57. Genel klasmanda (karışık cinsiyet) 5.yim.
    20130623-085347.jpg
    77km ve 12 saat sonra bitiş çizgisini geçmenin mutluluğu… F: Aykut Çalikbaş
    Girne’ye yolunuz düşerse Bellapais Manastırı’na mutlaka uğrayın. Eski heybetini hayal edebilmeniz için ibadet bölümündeki ahşap mobilyalar ve Doğa Akdeniz’in en başarılı Gotik mimarisi olarak gösterilen yemek salonu etkileyici. Şanslıysanız o salonda konsere denk gelebilirsiniz.
    Organizasyon:
    -Ufak ama tutkulu bir ekibin düzenlediği ufak bir yarış. Şatafat şaşa yok. Nokta atışı, yalın çözümler var. Start finiş takı, ses sistemi beklemeyin. Kayıt işlemleri otelin bir köşesinde, ödül töreni sadece birinciler için.
    -Rota işaretlemesi dikkatli takip gerektiriyor. Kırmızı noktaları takip etmek mutlak dikkat istiyor. Zaman zaman tereddüt edeceğinizi, kaybolacağınızı biliniz. Patika yarışlarında işaret takibi gerekir. Az bütçeli ve ufak ekiplerin görev yaptığı 80km uzunluğunda bir yarışta rotanın tamamının direkler ve şeritle işaretlenmesi beklenemez. Bu bir eksiklik değil işin doğası. Bazı bölümler desteklenebilir.
    -Görevli ve gönüllüler oldukça pozitif, güler yüzlü.
    -İkmal noktalarındaki masalarda muz, portakal, cips, su, kola, hellim peyniri, elektrolit tozu, kek ortak malzemeler. Bazı noktalarda karpuz, bisküvi, çikolata vardı. Oldukça yeterli ve boldu.
    Parkur:
    -Manzara ve doğa harika. Kesinlikle koşmaya değer bir deneyim.
    -Eğim profili orta şeker. Kolay değil ama çok da zor değil. Yinede 77km de 2700m tırmanış yokuş çıkmaya ve dik eğimlerden inmeye alışkın olmayı, bunun antrenmanını yapmayı gerektiriyor.
    -Zemin ilk 30-35km görece düz ve rahat. Ancak sonrasında taşlık, kayalık ve dağlık. Basış zor ve yorucu. Bozuk belirsiz patikalar, dağ çarşaklarında antrenman yapmak büyük avantaj.
    -2013 yılında hava sıcaklığı Mayıs sonunda beklendiğinden serin gerçekleşmiş. Yine de sıcaktı. Güneş çarpmasına tedbir almak, sıvı ve elektrolit tedarik etmek gerek.
    Notlar:
    -Baton taşımaya değer bir patika koşusu.
    -Ayakabınız taş ve kayalık zemine uygun, ayağı koruyacak yapıda olmalı.
    -Yanınızda en az 1 lt su kabı olmalı, ara noktalarda iyi sıvı alıp beslenmeli, şişelerinizi doldurmalısınız.
    -Sıcak ve güneşte derinizi yakmayacak, bunaltmayacak ama güneşten koruyacak kıyafetler giymelisiniz.
    -Kebap bir yarış değil, organizatörler bu sert araziye alışık oldukları için tanıtımlarda daha kolay anlaşılıyor.
    -Bu kadar ufak bir ekiple böyle güzel bir yarış kotarmak alkış hakkediyor. Emeği geçen herkese teşekkürler.
    -Aykut’un kaleminden okumak isterseniz ingilizce yazdığı yarış raporu burada.
    Garmin datası: http://connect.garmin.com/activity/319556158
    Uzun koşular ile ilgili benzer rapor ve yazılarım:
    Eco Trail Paris 80K Raporu
    UTMB 2012: Bir dağın gölgesinde koşmak
    Kartepe Çık-İn Koşusu
    DASK ADAM 2012yi Kazandık!
    Yıldız Parkı 6 Saat koşusu
    İznik Ultra Maratonu için Sıkça Sorulan Sorular ve Cevapları 
    Belgrad Ormanında Patika Parkuru: Geyik Koşuları
    Team Ultra Trail Runner (TUTR) Çekmeköy Deneme koşusu 45km, 22 Ocak 2012
    Göynük Patika Koşusu: Ali’nin Yolu
    Ultima Frontera 160: Geldik, gördük, koştuk 
    I. Sigma Cam Çekmeköy 50K: Türkiye’nin ilk tek etap ultra patika koşusu 
    TDS Video hikayesi: Online Video Belgeselimiz 
    UTMB-TDS Raporu
    Runfire Ultra 2012 arşiv yazılarım:
    Runfire Ultra 2012 Değerlendirmesi
    Runfire gün 6 – son etap
    Runfire gün 5 uzun etap
    Runfire gün 4
    Runfire gün 3
    Runfire gün 2
    Runfire gün 1
    Runfire canlı takip ve yayın, video linki. 
    Runfire yarış öncesi, sıfırıncı sayfa
    Runfire Cappadocia Hazırlıklarım
  • #direngeziparki ve gazlı sporlara giriş
    May 31, 2013
    Bu blog öncelikle spor, sonra genelde sporla gelen yaşayarak öğrenme içerikleriyle dolu. Ülkemdeki ani gelişmelerin 31 Mayıs 2013 19:00- 01:00 bölümüne bakarak, spor ve deneyimsel öğrenme açısından yazmaya değer bulduklarımı bu postta paylaşmak istedim. Siyasi veya politik bir yazı değil. İnsani değerler ve diğer yazılarımda olduğu üzere bireysel tecrübelerime dayanıyor.
    20130601-045812.jpg
    İlla bir spora benzetirsek, heralde garip, benzeri birtek Avatar filminde olabilecek bir avcılık-atıcılık sporuna benzer bu süre içinde yaşananlar. Bir tarafta biber gazı, cop, kalkan, TOMA aracı, basınçlı suyu kullanan 5-10bin kişilik bir misafir takım, öbür taraftagöğe yükselen yumruğu ve haykırdığı slogan ile tehlikeli bir görüntü çizen ev sahipleri, ki onları saymak artık zor. Taktik gereği evinde oynayanı sahasından ve tribününden eden misafir, oyunun kurallarını biraz sertleştirince, ev sahibi ağlayıp gitmek, kuraldışı ekipman getirmek ve berikine uyup belden aşağı vurmak yerine ısrarla “demokratik eylem” denen sportif hareketlere devam ediyor. Bu sporun “ileri” versiyonlarını görmezden geliyor.
    Gelelim “gazlı” sporumuzun detay ve püflerine:
    #direngeziparki #occupygezi kapsamında “sportmen” Türk polisinin olduğu bir yere gidecekseniz mutlaka önlem alın. Neyle karşılaşacağınızı bilin. Bu “emirleri huşu ile oyun planına katan” arkadaşlar hunharca 2 tip gaz silahı kullanıyor:
    Gaz Mermileri: tüfekle atılıyor genelde.
    Belli açılarda ve yakın mesafeden ciddi darp etkisi var. Ama 130-160 metreden nçarptığında fazla can yakmıyor, korkmaya gerek yok. Kıyafetinizin olmadığı deri parçalarına denk geldiğinde biraz sürtünme tahrişi. İçinden çıkan gaz yakın mesafede yoğun, ilk başta çok etkili 40-60sn püskürüyor. Yakınınıza düşerse tekme ile veya tutup uzağa savurun. İlk atıldığında sıcak olduğu söyleniyor, bazısı değil. Zorunlu kalmadıkça çıplak elle tutmayın. Hızlı hareket şart. Yakınında birkaç saniyeden fazla kalacaksanız başta göz ve solunum yolları olmak üzere, mümkünse cildinizi de korumalısınız.
    Bu mermi kaynaklarına 30-40 metre uzakta kaldığınızda, %50 antiasit su solüsyonunu gaz maskenize, yüzünüze ve göz çevrenize sürekli spreyliyorsanız 5-10 sn maruz kalmak büyük sorun değil. Ancak kaynak sayısı fazla veya rüzgar altıysanız daha dikkatli olun. Sık sık kendinizi spreyleyin, elinizle yayın. Gazın solumun yolları veya göze temasını baştan engelleyin. Temas gerçekten acı verici, az miktarda bile olduğunda sizi kısa süreli bloke ediyor. Solunum yoluna gaz yuttuğunuzda ağızdan bir kapak renin/talcid yutmak hızlı bir etki. Kendinizi güvenli nefes alabileceğiniz bir yere çekin.
    SAKIN: suyla müdahele etmeyin, 10-15dk yıkama şansın yoksa işe yaramaz
    Gaz Spreyi: böcek ilacı gibi ambalajı “aktif sporcu” elemanlar yakın mesafeden yüzünüze sıkıyor. Bir nevi deodorant, ama nedense seveni yok.
    Gözünüzü ve solunumu MUTLAKA koruyun. Çok yoğun. 1-1,5metreden alındığında geçici körlük yapıyor(doğrusu gözünü açamıyorsun). İlk 5-15dakika, inanılmaz büyük bir acı veryor. Bu safhada tek yapmanız gereken acının varolmadığını tekrarlamak. Gözdeki etkisini atıp gözü kırpıştırmak ancak 90 dakika sonra mümkün- o da temizleme solisyonları ve göz damlalarıyla (çevrenizde uzman sağlık personeli ve daha çok ilaç opsiyonu varsa biraz daha kısa.)
    Yani 90 dakika kör kalıyorsunuz. Bu aşamada bir veya daha fazla kişinin sizin gözünüz ve eliniz olup sizi güvenli bir yere yönlendireceğini, temizlenmenize yardım edeceğini varsayıyoruz. Zira ilk 15 dakika sakin ve şuurlu bir kör olmanız nerdeyse imkansız olduğu gibi, bir de hareketli ve engelli bir bölümde bulunuyor olmalısınız. Eğer kısa ve olumlu düşünce paçacıklarına odaklanırsanız, bu birbuçuk saat düşündüğünüzden hızlı ve az acılı geçecektir.
    Cilt temaslarının yanık etkisi son derece şiddetli olup saatlerce elinize soğuk su ve buz uygulama ihtiyacı duyabilirsiniz.
    Biber gazı her halukarda çok tehlikeli, etkili ve temizlemesi zor, adi bir silah. Mevcut “sporcular” bol miktarda bulmuşlar, insan haysiyetine yakışmayacak şekilde ve oranda kullanmaktalar. Umarız Mustafa Kemal’in “Ben Sporcunun zeki, çevik aynı zamanda ahlâklısını severim.” cümlesindeki “çevik”ten öteye tekamül edebilirler.
    Bu sporun ilginç bir yönü, büyük kitlelerin hızla ilgisini çekmesine rağmen popüler medyanın dikkatini çekememesi. Ancak kısa zamanda hak ettiği reytinglere ulaşacağı tahmin edilmektedir.
    Faydalı okumalar:
    Biber gazı ve temizlenmesi http://www.ulkumenrodoplu.com/upload/bibergazi.doc
    A-Z biber gazı ve ona karşı eylem: http://balikbilir.org/2013/05/biber-gazina-karsi-onlem-tedbirleri/
    Umarım bu zorunlu yeni sporu yapmak zorunda kalan herkes sağlığını korur. Daha da önemlisi, hayatımızdan kısa sürede çıkmasını dilerim.
    20130601-045733.jpg
  • Free Your Run Istanbul
    April 28, 2013
    27 Nisan Cumartesi akşamı Nike Running Türkiye tarafından bir Free Your Run Istanbul etkinliği düzenlendi. Rota Sultanahmet meydanındaki Dikilitaş’tan başlayarak Ayasofya, Soğuk Çeşme sokak, Gülhane Parkı, Sirkeci Tren Garı, bir Marmaray treni ve 200mt raylar üzerinden artık kullanılmayan bir tren iskelesinde bitiyordu… Bu bölgeyi ve buralarda koşmayı çok severim. Ayrıca biraz da etkinliğe kaç kişinin ve kimlerin katılacağını merak ediyordum. Facebook etkinliğinde 2000lere dayanan “katılıyorum” diyenler gerçekte kaç olacaktı? “eğlence koşusu / fun run” tarzında, zaman-madalya içermeyen yarışa olan ilgi bence NIKE Türkiye‘nin pazarlama başarısı kadar genel koşu ilgisinin trendlerini de verecekti besbelli… birkaç arkadaşımla turistik bir gezi olsun isterken son gün herkesin haklı sebepleri vardı… sabah ormanda uzun patika koşumu yapmanın yorgunluğuna rağmen, oğlum Can Berk ile programa devam ettik. Toplu taşıma, bütün kalabalığına rağmen hem kolaylık hem de bizimkinin toplumla ilişkisi için doğru seçenek oldu.
    Koşucular fitness hocası ile ısınırken örümcekadam kendi hareketlerini yapıyor.
    Koşucular fitness hocası ile ısınırken örümcek adam kendi hareketlerini yapıyor.
    Rota 5km olarak açıklanmıştı. Raylar sebebiyle kapsülü almadık. Kendi kendime yüklü koşu antrenmanı olur diyerek taşıyabildiğim kadar omuzuma alıp jog atmayı planladım. Bu şekilde de yaptım. Tren geçişi ortası ve sonrasındaki 20mt dışında da hep taşıdım. En az 350-400 kişi topluca başladık. Katılımcıların büyük bölümü üniversiteli gençlerdi. Birçoğu rekreasyonel koşucu olsa da AdımAdım grubu ve bireysel düzenli koşanlarda vardı. Çoğu kişi anı yaşamaya, deneyimlemeye gelmişti. Koşu başladı… tıngır mıngır indik Sirkeciye… Kalabalıktı sokaklar, Gülhane ve kaldırımlar… beklediğimden fazla destek ve sempati vardı biz koşanlara…
    nike-free-run-istanbul-sultanahmet-rota
    Rota Tarihi Yarımada içindeki görmeye değer önemli noktaları dolaşan 3,71kmlik bir hat
    Rota, önceki Nike fun runlar da (5k koşusu hariç) ilan edildiğinden kısaydı. Bu sefer ek 20kg sebebiyle hiç dert etmedim:)) 25 dakikadan biraz daha uzun sürede rota bitti. Yolcum (süvarim daha doğru tanımlama olabilir) genel olarak çok eğlendi. Mavi balonları takip etti, ilgisini çeken binaları sordu, öndekilere yetişmem için tempo verdi-hatta zorladı. Sırtta çanta veya çocukla koşmak elbette biraz zorluyor. RFC ultra maratonunda Mustafa abinin nüktesini hatırlayıp hem güç buldum, hem de tebessüm ettim birkaç kere. Parti alanında müzik, raylar ve muz hoşuna gitti. Alandaki performansları beklemeden, bir hatıra fotoğrafı alıp ayrıldık.
    Günü bitirmeden önce, Sepetçi Kasrı yanındaki gizli eski iskelede...
    Günü bitirmeden önce, Sepetçi Kasrı yanındaki gizli eski iskelede…
    Etkinlik Nike Free koşu ayakkabılarının tanıtımı için yapılmıştı. Ben bunları henüz test edemedim. Nike Lunar Glide 3 lerimle koştum. Bir ara Beşiktaş’taki Outrunner mağazasına gidip denemeye çalışacağım.
    Günü kısaca değerlendirirsek;
    -Vaat edildiği üzere, sıra dışı, özel izin gerektiren bir rotaydı. 5km değil 3.71km idi, zaman zaman ancak yürünebilecek bir halka açık geçişler vardı. Hiç sıkılmadık.
    -Zamansız Fun Run etkinliklerine evet insanlar katılıyor, ama büyük ve yaygın pazarlama ile (gün saat saat seçimi zor bir saatti, buna rağmen sayı güzel)
    -Yeni başlayanları çekmek ve motive etmek için faydalı..
    -Biz ayrılırken partiye gelen “koşmayanlar” parti alanında hakimiyeti kapmak üzereydi.. Parti koşudan fazla ilgi çekiyor
    -Raylarda koşmak Ilgaz‘a muhalefet ettiğim kadar zor değilmiş, en azından ilk 200metre…
    -3,7km boyunca oğlumu omuzda taşıyabiliyormuşum…ertesi gün pek bir hasar da yok..
    20130429-183914.jpg
    Sirkeci Marmaray şantiyesi yanındaki eskavatör bizilendirmişti. Foto: Giray Curgunlu
  • Garmin Forerunner 10 GPSli Koşu Saati
    April 9, 2013
    0-garmin-forerunner-10-black-gpsDünyada GPSli koşu saatleri son yıllarda gittikçe daha popüler oluyor. Markalar arasındaki rekabet bir yandan daha becerikli, daha uzun süre çalışan saatleri yapmak için sürerken bir yandan da basit ekonomik temel modellerde bir hareketlilik var. Özellikle ABD’de 100USD altına birçok değişik model (GPS ve saat üretmeyen markalardan da) gelmeye başlayınca bu alanın en büyük üreticisiGarmin kayıtsız kalmadı. Garmin Forerunner 10 GPSli Koşu Saati, bu segmentin fiyat olarak biraz üstünde (ABD’de 130USD, Türkiyede 350 TL ) ile temel fonksiyonları güvenilir çözen, günlük kullanıma da uygun bir model olarak karşımıza geldi.
    As the GPS watches are getting more popular, the competition on the budget range is also getting tough. Garmin introduced the Forerunner 10 series on this range. Price tag puts them as the most expensive of the segment, probably with most reliable results.
    Saat erkek ve kadın modeli olarak 2 ayrı kasada geliyor. Erkek modeli sadece siyah veya turuncu siyah. Daha minyon olan kadın modeli yeşil-beyaz veya pembe-beyaz renk seçeneklerine sahip. Ben siyah erkek modelini test ettim.
    Forerunner 10 comes black for Men’s and two fancier colour options for the smaller Women’s: Pink or Green. I tested the black, photographed women’s… 
    Kadın modellerinin de kutularıyla fotoğrafını çektim:
    1-forerunner10-women-box
    Erkek ve Kadın modelleri arasında belirgin fark var. Ben test etmedim, kullanım sırasında daha ufak antenin performansı pek düşmüyormuş:
    Size of mens and womens do differ. Ladies do not need to carry a table clock anymore.
    Pembe ve siyah forerunner 10 karşılaştırması
    Pembe ve Siyah forerunner 10 karşılaştırması:
    Black 4.55 cm x 5.72 cm x 1.57 cm, 43gr
    Pink 4.01 cm x 5.22 cm x 1.57 cm, 36gr
    Forerunner 10, her seviyeden koşucu ve yürüyüşçüye erişilebilir fiyatlı, kullanımı kolay bir kolsaati içinde ne mesafe koştuğunu, koşu hızını, yaktığın kaloriyi ve nerelerde koştuğunu gösterirken temel bazı mesafeler için kişisel rekorları kayıt eden bir kol GPSi. Her şeyden önce, ufak kasası, şık sade görünümü ve uzun pil ömürü ile günlük kullanım için ideal. Hep kolunuzda olabilir ve tek tuşla uydulara bağlanıp sizin için kayıt tutmaya başlayabilir.
    Forerunner 10 is a wirst GPS for all levels of runners and walkers. Measures and displays distance, pace, calories burned and where you run, while also identifying personal records along the way.
    Tuş sayısı çok az, dört adet var. Elektronik aletleri karmaşık bulanlar için kolaylık. Ancak 300 serisinin lap ve mode tuşlarına alışanların birkaç kaza yapmaları normal. Bu saatin koşarken birçok parametreyi kontrol etmek isteyenlere göre olmadığını, basit verilere bakanlar veya koşu bitince bilgisayarda analiz etmeyi sevenlere daha uygun olduğunu belirtmeliyim.
    Yine de, Virtual Pacer yani hayali tempo arkadaşı fonksiyonu var, hızınızı ölçüp girilen değere göre kontrol edip gerekirse uyarıyor. (Bu fonksiyonu aktive etmedim, açkcası kullanmaya alışamadım hiç bir saatte).
    With only 4 buttons, quite simple and straight ahead to use. Just push-the-button&run. If you are an old 300seriies user, you may need time to get used to these buttons. This a not the right model for the control freaks monitoring many parameters on the run. Supplies basic data and provides more for the post workout evaluation; on the wirst or computer. Still has the Virtual Pacer™ function to assist your workouts.
    ggg
    Üstteki uydu ikonu uydu ararken yanıp sönüyor, bağlandığında sabit. Soldaki batarya durumu ikonu size kalan pil miktarını gösteriyor.
    Saat sağ üstteki koşu butonu ile GPSini aktive ediyor. Kadranın üst orta bölümündeki uydu işareti yanıp sönüyorsa uydu arıyor demektir. Bu işlem sırasında kronometere başlatamıyorsunuz. Genelde sorunsuz bağlanıyor. Uzak seyehatler ve bulutlu basık havalarda 305ten daha yavaş adapte olduğunu gözlemledim. Belli bir süre uydu bulamazsa pil tassarrufu için 30 sn geri sayıp GPSi kapatıyor. Bu fonksiyon günlük saat kullanı sırasında istemdışı açılmaların pili bitirmesini önlüyor.
    You activate with runner button on upper-right. The blinking satelite signal means searching for satelites. You can not start chrono before that is fixed. I found quite fast despite small antenna to fix on satelites. Has an automated saver-GPS off with a 30sec count down, with is a great idea for accidental GPS-on pushes in the daily usage.
    Uydu arama ve antrenmana hazır olma ekranları / Searching Satelites and ready to start screens.
    Uydu arama ve antrenmana hazır olma ekranları / Searching Satelites and ready to start screens.
    Koşarken 3 ayrı ekran kullanabiliyorsunuz, ekranları sağ alttaki OK düğmesi ile dolaşabiliyorsunuz: / You can run on one of three screens with different infos. You navigate thru these screens with the lower right ARROW button:
    Koşu ekranları
    Koşu ekranları/ Workout display screens
    Ekran 1 / Screen 1: Süre ve Mesafe gösteriyor, Displays time and distance.
    Ekran 2 / Screen 2: Yakılan kalori ve tempo (kilometre/dk) gösteriyor, Displays calories burned and pace.
    Ekran 3 / Screen 3: Saat ve tarih gösteriyor, normal saat ekranı Displays time and distance, the daily watch screen with satelites connected.
    Antrenman sonunda koşy düşmesine basınca gelen ekran.
    Antrenman sonunda koşy düşmesine basınca gelen ekran. You can Save, resume, discard workouts with the Start/Run button.
    Koşu sonrası gelen özet bilgi ekranı / Summary info displayed 5 secs after the workkout
    Alt detay almak isterseniz, eğer aktive ettiyseniz otomatik lap mesafe ve sürelerini gösteriyor. Bence kolda bakmak için pratik.
    If you have enabled auto laps, you can quickly move to lap split distances and times. Handy to see while post-run streching.
    9_garmin-f10-laps-screen
    Lap Split detail screens
    Run Options ekranı konfigurasyon yapmanızı sağlıyor.
    Run Options ekranı konfigurasyon yapmanızı sağlıyor.
    RUN OPTIONS alt menüleri ile Koşu/Yürüyüş, Virtual Pacer, Lap mesafe ayarı, otomatik lap alma ve ekran özelleştirme yapabiliyorsunuz. Ekran özelleştirme, ilk ekranda ( tempo-zaman-mesafe-kalori seçeneklerini istediğiniz gibi kombine etmeye yardımcı oluyor:)) )
    11_forerunner10-runs-records
    HISTORY altında RECORDS (REKORLAR) bölümü eğlenceli ve motive edici. Forerunner 10, yaptığınız kayıtlar arasında en hızlı 1km-1mil-5km-10km-21.1km (YM) ve En uzun koşu rekorlarınızı sürekli güncelliyor.
    Browsing under the HISTORY menu, you have the sub-menu: RECORDS. I think this is quite a motiveting and glimsing function. The device automaticly updates your fastest 1km-1mil-5km-10km-21.1km (Half) and also longest ever distance.
    Pil Ömürü / Battery Life
    Forerunner 10 5 saat aktif GPS ömrüne sahip. Ancak saat olarak (stand-by) modunda 5 haftaya kadar kullanılabilir. Haftada 1-2 kısa koşu ile haftada bir şarj etmem yetti. Çoğu koşucu için yeterli. Bilgisayarınızda çalışırken 1 saat çevresinde tamamen şarj oluyor.
    With 5 hours active battery life, fits most runner types. Standby time is 5 weeks, so if you run 2-3 times less than an hour, you need to charge only once a week. Charge full about in an hour on your laptop.
    Diğer Notlar / Other Notes
    Forerunner 10, 50m su geçirmezliğe sahip. Kolunuzdayken yüzebilir, deniz tatilinizde şnorkel kullanabilirsiniz. Günlük hayatta önemli bir artı detay, alarm-çalar saat fonksiyonu var…
    Waterproof to 50meters, Forerunner10 is a real daily watch. Another value plus for daily use is the  alarm clock function.
    GPS hassasiyeti / GPS Accuracy
    Forerunner 10 ve Forerunner 305 ile düz yol testi
    Forerunner 10 ve Forerunner 305 ile düz yol testi
    Comperison on flat and straight course
    F10 datası : http://connect.garmin.com/activity/276478684
    F305 datası : http://connect.garmin.com/activity/275564140
    Bu kadar ufak bir kasada olunca rota izi alırken fedakarlık yapıyor mu diye şüphe ettim. Hem doğrusal hatlarda, hem de çok yön değiştirmeli koşularda (oryantiring antrenmanı) Garmin Forerunner 305 ile aynı anda kullandım. Sonuçlar bana çok yakın geldi. Bu arada düz koşuda benim 305imle fark varken arkadaşımın 305i ile neredyse aynı değerleri ölçtü… GPSler arası ufak farklar normal. Testlerde dikkatimi çeken, autopause fonksiyonu aktif iken, Forerunner 10 daha uzun süre “pause” kalıyor. Yani duraklamalardan harekete daha geç dönüyor.
    I had some concerns if the small structure sacrificed some GPS accuracy. So I did many “test run” comperisons with two GPSs, mostly with the Garmin Fore Runner 305. I think accuracy is almost same. When the mesurements differed with mine 305, it was almost identical to my running mates 305. GPS devices some how have some Murpy codes working inside… I noticed that when both on Auto Pause mode, Forerunner 10 pauses more.  
    Forerunner 10 ve Forerunner 305 ile Oryantiring yarışı testi
    Comperison on a course nder tree cover with many twists
    F305 datası: http://connect.garmin.com/activity/280029506
    F10 datası: http://connect.garmin.com/activity/278463162
    Son Söz / Conclusion
    Eğer bir GPSli saatten temel beklentileriniz mesafe ölçsün, koştuğumu çizsin, nabza gerek yok, koluma tak çıkar yapmayayım ise, Forerunner 10 tam size göre.
    If your expectations from a GPS watch can be defined as “mesures my run, plots where I run, I do not need heartrate monitoring and I do not want changing the watch before/after the work out, yes Foreruner 10 is for you.
    Forerunner 10 Türkiye satış sayfası:  www.baytekin.com.tr/urunler.aspx?CODE=fitness2
Headlines by FeedBurner

------------------------------------------------------------------------------------------------------------

  • Koşu Ayakkabısı Seçimi
    August 14, 2013
    Ayakkabı yığınıSon zamanlarda şu tip sorularla sıkça karşılaşıyorum: “sence hangi koşu ayakkabısını almalıyım?”, “şu markanın şu modelini alayım mı?” ya da “sence şu marka koşu ayakkabısı mı daha iyi yoksa şu marka mı?” Koştuğumu, bu konuda bir blogum olduğunu ve koşu ayakkabıları hakkında birkaç yazı yazdığımı bilen, koşan veya koşmaya başlamayı düşünen çok sayıda insan benzer şeyler sormuştur. Bu konuda verdiğim yanıtları kısa bir yazıda toparlayıp kalıcı olması açısından ve daha sonra soracak olanlara okumaları için bağlantısını paylaşmak üzere burada yayınlamaya karar verdim.

    Koşu ayakkabısı seçmek konusunda kafa karışıklığı yaşayan herkese öncelikle bu konuda daha önce yazdığım şuşu ve şu yazılara sırasıyla göz atmalarını öneririm. Bu yazıları okuyacak zamanı veya isteği olmayanlar için konuyu birkaç cümle ile burada da özetlemeye çalışacağım ama yazılarda koşu ayakkabısı yaklaşımlarına, tartışmalarına ve terminolojisine epey detaylı şekilde değinmiş olduğumu ve kafa karışıklığınızı giderebileceğini söylememe izin verin (aslında belki de kafa karışıklığınız artacak ama konuya biraz daha yakınlaşmış olacaksınız).
    Her şeyden önce tüm koşucular için en iyi ayakkabı diye bir şey yok. İyi ayakkabı ya da daha doğru bir deyişle doğru ayakkabı kişiden kişiye, amaçtan amaca, kullanımdan kullanıma değişir. Birçok şeyde olduğu gibi koşu ayakkabısı seçiminde de “gümüş kurşun” arayışımız var ama ne yazık ki bulamayız. Hiç kimse size “şu markanın şu modeli çok iyi onu al” diyemez, dememeli. Belki şöyle diyebilir “sana ve basışına göre, hedeflediğin şeye ulaşman için, koşuları yapacağın çevreye en uygun ayakkabı tipi şu, şu markaların şu modelleri de o tipte, bunları bir dene bakalım”. Sonuçta doğruyu kendiniz bulacaksınız; okuyup araştırarak, inceleyerek ve deneyip yanılarak. Şimdi dilerseniz bir miktar ayakkabı türlerinden ve seçiminden kısaca bahsederek konuya girelim.
    PronasyonDünyada son 30-40 yıldır koşu ayakkabısı seçimi kişinin ayağına veya daha doğru deyişle ayak basışına göre yaptırılıyor. Çünkü koşu ayakkabısı üreticilerinin model kategorizasyonlarının temelinde bu yaklaşım yatıyor. Koşu ayakkabısı sektörü son 4-5 yıla kadar tamamen “pronasyon” kavramı üzerinde ilerlediği ve modelleri bu yaklaşıma göre gruplandırdığı için koşu dünyası tümüyle bu yaklaşımı öğrenmiş ve benimsemiştir. Bu blogda ben de “pronasyon”, basış türleri ve bu yöntemle ayakkabı seçimi hakkında bir yazı yazmıştım. Pronasyon, anatomide ayağın rotasyonel hareketine verilen isimdir. Ayak yere bastığı andan itibaren bilekten içeri doğru hafifçe döner. Bu dönme hareketi üç şekilde olabilir. Overpronation; yani ayağın içeri doğru çok fazla dönmesi, neutral/normal pronasyon; dönme hareketinin çok az, gerektiği kadar olması, supination; dönme hareketinin ters yönde yani dışarı doğru olması (underpronation olarak da anılır). Haliyle ayak bileğinin dönme hareketinin bu isimlendirmelerine karşılık insanlar da overpronator (çok içe basan), neutral (normal basan) ve supinator (dışa basan) olarak üç gruba ayrılır. Kişiyi bu kategorilerden birine soktuktan sonra (ki nasıl yapıldığı ile ilgili detaylara yukarıda bağlantı verdiğim yazılarda bulabilirsiniz) ona ilgili kategoriye uygun ayakkabı önerilir. Ciddi miktarda overpronator olanlara “motion control” (hareket kısıtlayıcı) ayakkabılar, daha az overpronator olanlara “stability” veya “support” (sabitleyici veya destekleyici) ayakkabılar, supinator olanlara “cushioned” (yastıklama özelliği olan) ayakkabılar ve son olarak neutral olanlara da “neutral” ayakkabılar önerilir. Ayakkabının bu içe dönüşü kontrol etmeyi sağlaması için en çok kullanılan yöntem orta tabanın (midsole) ayak kemeri altına gelen bölümünde daha sert bir malzeme kullanmaktır (buna “medial post” deniyor). Almayı planladığınız ayakkabının orta tabanında, ayak kemerinin altına gelen kısımda, tabanın geri kalanından ayrı renkte bir bölüm görüyorsanız işte o ayakkabıda medial post vardır, yani ayakkabı hareket kısıtlayıcı (motion control) veya sabitleyici (stability) kategorisindedir.
    Şunu belirtmekte fayda var; ülkemizde girdiğiniz her 100 spor mağazasından 99′unda koşu ayakkabısı seçmenize yardımcı olacak kimseyi bulamayacaksınız (en azından 2013 itibari ile durum bu). Birkaç mağazada bu konuya duyduğu kişisel ilgisi nedeniyle size yol gösterebilecek satış elemanları ile karşılaşabilirsiniz veya bu konuda yurt dışında eğitim almış bir mağaza müdürüne denk gelebilirsiniz. Bunun dışında bu konuda yalnız başına olduğunuzu unutmayın. Mağazalarda size yardımcı olabilecek bu insanlar ise çok büyük ihtimalle yukardaki paragrafta değindiğim “pronasyon” kavramı üzerine kurulmuş olan seçim/tercih yöntemini anlatacaktır. Hatta İstanbul’da birkaç mağazada basış tipi belirlemek için video kameralı sistemler kullanılmaya başlandı bile.
    Ayakkabılar
    Yapılan bir araştırma, insanların bu testleri yaptırmış olsunlar veya olmasınlar kendi pronasyon seviyeleri konusunda çok yanıldıklarını ortaya koymuş. 42′si erkek, 41′i kadın 83 koşucuya sorulduğunda 41 kişi “ben overpronatorım”, “40 kişi “ben normalim” ve 2 kişi de “ben supinatorım” demiş. Oysa çıplak ayakla 15 dereceden fazla, ayakkabılı 16.5 dereceden fazla olanlar pronator kabul edildiğinde yapılan ölçümler sonucu pronator olduğunu düşünen 41 kişiden sadece 5′i gerçek pronator çıkmış ve normal olduğunu bilen 40 kişiden 18 tanesi pronator çıkmış. Aslında normalin ne olduğu ve pronasyonun nasıl ölçüleceği konusu bile net değil. Deneyimli ayak hastalıkları uzmanları dahi %90 denemede 3 derece hata payı ile ölçebiliyorlarmış.
    Koşu ayakkabısı seçiminde biraz araştırmacı olmaya karar verirseniz, birilerine sorar veya internette bu konuda bir arama yaparsanız işte bu pronasyonu temel alan yöntemle karşılaşırsınız. Halen çoğunlukla bu yöntemle koşu ayakkabısı seçilmektedir. Zaten alternatif bir seçim yöntemi de net olarak ortaya koyulmamıştır. Ancak daha başından beri bu konuda karşıt fikir ortaya koyanlar da olmuş. Son 4-5 yılda bu fikirdeki sesler epey yükselmiş durumda. Bu karşıt fikirlere göre, aslında normal bir hareket olan pronasyonun tamamen ortadan kaldırılmaya çalışılması bu sefer normal olmayan ayak hareketlerine yol açıyor. Dolayısı ile karşıt söylem ayakkabıların ayağın basışını kontrolünün minimal düzeyde olması gerektiğini öne sürüyor. Bu da minimalist yaklaşımın doğması demek. Aslında bu karşıt fikirlerin en ucunda hiç ayakkabı giyilmemesini söyleyen bir kalabalık da var (bu konuda da detaylı bilgiyi “Çıplak Ayakla Koşu” yazımda bulabilirsiniz) ama şimdilik o konuyu bir kenarda tutalım. Ayak hareketini (pronasyonu) kontrol etme derdinde olan üreticilerin bir başka kaygısı da yastıklamadır. Ayak yere her vurduğunda bir tepki ile karşılaşır. Üreticiler de bunun zararlı olduğunu düşünüp oldukça yumuşak ayakkabılar üretmişlerdir. Hatta adım hareketini yere topukla basmak şeklinde yorumladıklarından yastıklamayı bu kısımda daha fazla yapmak için tabanın topuktaki kısmını ön kısmından oldukça kalın üretmişlerdir. İşte minimalist yaklaşımda olanlar bu topuk farkının da az olması gerektiğini savunurlar. Onlara göre bu fark nedeniyle normalde topuğuyla yere inmeyecek birçok koşucu topuk vuruyor ve bu yüksek topuklar pronasyonun normalde olacağından daha abartılı olmasına neden oluyor.
    İlk bahsettiğimiz pronasyonu temel alan yöntem ile üretilen ayakkabılara “konvansiyonel” ayakkabılar, kontrolün olmaması ve topuk farkının çok az olması gerektiğini söyleyen yaklaşımla üretilen ayakkabılara da “minimalist” ayakkabılar deniyor. Şimdi asıl sorumuz olan “hangi koşu ayakkabısını almalıyım” sorusu biraz değişti ve “koşu ayakkabısı seçimim hangisi olmalı?” oldu. Benim buna verecek net bir cevabım yok. Koşu dünyası da ikiye ayrışmış durumda. Konvansiyonel ayakkabıların kullanımını öven grup “pronasyonunuzu bilip ona göre seçim yapın” diyor, diğerleri ise “pronasyonu boş verin, ayağınızı kontrol eden değil serbest bırakan, kaslarını çalıştıran minimalist ayakkabıları seçin” diyor. İlk grubun seçim için bir yöntemi var, peki ya ikinci grubun? İkinci grup ise şunlara dikkat ederek seçim yapmayı öneriyor:
    Ayağa oturma/uygunluk: Ayağınız geniş taraklı mı, dar taraklı mı veya başka garip bir durum var mı? Denediğiniz ayakkabı ayağınıza tam olarak uyuyor mu? Ayağınız içinde rahat ediyor mu?
    Ağırlık: Ayakkabının ağırlığı sizin için ne kadar önemli, hangi aralığı tolere edebiliyorsunuz? Bazı ayakkabılar çok hafif bazıları çok ağırdır. Ama bu özellikleri değişirken diğer bazı özellikleri de değişir.
    Yastıklama: Ayakkabının tabanı sert mi olsun yoksa çok yumuşak mı? Hangisinde daha rahat ediyorsunuz.
    Yastıklama miktarı (kalınlık anlamında): Minimal mi, orta düzeyde mi, yoksa çok mu olmasını istersiniz?
    Topuk farkı: Hangi aralığı tercih edersiniz? Yerle temas anı açısından önemli, adım atış tarzınıza uygun olmalı.
    Esneklik: Esnek taban mı tercih ediyorsunuz yoksa stiff (esnemeyen) mi?
    Kullanım amacı: Yol, patika, hız/yarış, uzun mesafe (ultra)?
    Dayanıklılık: Genelde ayakkabılarınız ne kadar zamanda aşınıyor ve nerelerinden? Dış tabanın nerelerde ve ne kalınlıkta olması gerektiğini buna bakarak belirleyebilirsiniz.
    Tabii henüz koşmaya başlamamış birisi için bu soruların birçoğunun cevabı olmayabilir. Bu da, birkaç ayakkabı kullanacak ve sorulara cevap arayacaksınız anlamına geliyor. Belki biraz da bu yüzden, yani minimalist yaklaşımın seçim için çok net bir yöntem sunmaması nedeniyle insanlar konvansiyonel ayakkabılarını ve konvansiyonel seçim yöntemini tercih ediyorlardır.
    Hangi yöntemi kullanırsanız kullanın veya hangi yaklaşımdaki ayakkabıları tercih ederseniz edin dikkat edeceğiniz bir şey de ayakkabıyı nerede ve ne amaçla kullanacağınızdır. Patika ayakkabılarını tabanlarından hemen ayırt edebilirsiniz. Dış tabanları daha kalındır ve girinti çıkıntıları daha derin ve belirgindir. Patika ayakkabısı alacaksanız esnekliğine dikkat edin, taşlık zeminde kullanılacak bir ayakkabı ile çamurda kullanılacak ayakkabı farklı esneklikte ve farklı taban deseninde olacaktır. Ayrıca koşu ayakkabısı seçerken su geçirmez olup olmadığına da dikkat etmelisiniz. GoraTex olan ayakkabılar su geçirmezdir ama sıcak havada ayağınızı bunaltabilir. Ayrıca dışarıdan içeri su geçirmeyen birçok ayakkabı içeriye bir şekilde giren suyu da dışarı atmakta zorlanır. Bu nedenle su geçirmez ayakkabı alırken iki kere düşünün.
    Ne yazık ki ayakkabı modellerinin detaylarına ulaşabileceğiniz Türkçe içerikli site çok az, hatta yok denebilir. Birkaç markanın Türkçe sitesinde modellerin kategorileri ve/veya detayları var. Bunların çok daha fazlası için maalesef İngilizce içerikli sitelerden faydalanmak şart. Benim en sık kullandığım site Running Warehouse. Bu sitede ayakkabının ağırlığı, yastıklama özelliği, esnekliği, topuk farkı, minimalist veya konvansiyonel oluşu gibi birçok detaya ulaşmak mümkün. Hatta bir markanın bir modelini temel alarak başka bir markanın bir modelinin ayağınıza nasıl olacağını bile karşılaştırabiliyorsunuz. Bu ve bunun gibi siteleri kullanarak modeller hakkında detaylı inceleme yapabilir ve seçenekleri aza indirebilirsiniz. Bir başka site de Runner’s World‘ünShoe Advisor kısmı. Burada da kriterleri belirtip uygun marka ve modelleri görebiliyorsunuz. Ya da yine aynı sitede kullandığınız bir ayakkabıya benzer marka ve modelleri bulabileceğiniz Shoes Like Mine bölümü işinize yarayabilir.
    Artık en azından ayakkabı türlerini ve seçim yöntemlerini, ayakkabı alırken nelere dikkat edilmesi gerektiğini biraz daha net biliyorsunuz. Bu seçim yapmanızı kolaylaştırır mı zorlaştırır mı bilmem ama bilgi her zaman değerlidir.

     
  • Acemi Triatlete Öneriler
    August 6, 2013
    Değişim alanıAcemi bir triatlet olarak yaşadığım, gördüğüm, duyduğum olası sorunları ve bu sorunları yaşamamak için alınabilecek önlemleri, yaşandığında yapılabilecekleri özetlemeye çalıştım. İlk birkaç yarışta insanlar bunlara benzer sorunlar yaşayabiliyor. Belki önceden böyle bir yazı okumak bazı önlemleri almaya yarar. Muhakkak unuttuğum, atladığım bir şeyler vardır.  Sizlerin de eklemek istedikleriniz olursa iletin, bu yazıyı daha da zenginleştirelim. Önerileri birer sorun-önlem çifti olarak ele aldım. Bu şekilde daha akılda kalıcı oldu sanki…

    Sorun: Yüzme startında bekliyorsunuz çişiniz geldi.
    Önlem: Kendi kategorinizde yarışın hangi saatte başlayacağına dikkat edin ve ona göre öncesinde tuvalet ihtiyacınızı giderin. Bu mümkün olmadıysa start öncesi yüzme ısınması içinmiş gibi denize girip sorunu orada çözün. Onu da yapamadıysanız, bazı startlar su içinde bel veya boyun hizasında derinlikte başlar, suya girdikten sonra başlangıç işaretini beklerken sorunu çözün. Bu da mümkün olmadıysa boş verin, büyük ihtimalle sorun psikolojiktir ve zaten yarışın heyecanı ile unutacaksınız.
    Sorun: Yüzmeye başladınız ama önce hangi dubaya gidilecek, ne yönde dönülecek bilmiyorsunuz.
    Önlem: Mümkünse yarışın teknik toplantısına katılın (Türkiye’de genellikle bir gün önce akşamüzeri olur) ve dikkatle dinleyin. Mümkün değilse ilgili web sitesinden veya dağıtılan dokümanlardan yüzme start alanını, parkurun detaylarını öğrenin. O da mümkün olmadıysa değişim alanında teknik ekipten birilerini veya bir hakemi bulup kısaca anlatmasını rica edin. Bunu da yapamadıysanız start noktasına erken gidip hakemin kısaca vereceği bilgileri can kulağıyla dinleyin. Hiçbirini yapacak şartlar oluşmadıysa start noktasında sporculara sorun. Kısaca, suya girmeden bunları mutlaka öğrenin.
    Sorun: Yüzme başlangıcında çok kalabalık var ve sürekli darbe alıyorsunuz.
    Önlem: Yüzmede çok iddialı değilseniz dubalardaki dönüş yönüne göre dışarıda kalacak şekilde en uçta yer alın. Böylece kalabalığın dışında kalabilirsiniz. İddialıysanız en içte yer alın ve ilk etapta hızlı başlayarak kalabalığın önünde kalmaya çalışın. Bunları yapamadıysanız grup içinde darbeler alıyorsanız pek umursamamaya çalışın. Siz de “aman birine çarpmayayım, vurmayayım” endişesini bir kenara bırakıp elinizden geldiğince yüzmeye devam etmeye odaklanın. Çarpma olduğunda durup “kim bana çarpan” veya “kime çarptım acaba, özür dileyeyim” gibi düşüncelere kapılmayıp yüzmeye devam edin. Bir şekilde kalabalık yavaş yavaş azalacaktır.
    Sorun: Son dubadan döndünüz ve finish noktasını göremiyorsunuz/seçemiyorsunuz.
    Önlem: Yarıştan bir gün önce yüzme parkurunda kısa bir antrenman yapın. Bu sırada açıktan sahile bakıp uzaktan görünümünün nasıl olduğunu kafanıza kazıyın. Yüzmeden çıkış o gün işaretliyse (bazen suyun içinde yan yana iki duba arasından geçiş, bazen de sudan çıkışta küçük bir tak olabilir) onu da dikkatle inceleyin. Hatta yarış sırasında yüksek dalgalar olabileceği ve yüzeyden sahili görememe ihtimaline karşı çıkış noktasına göre daha uzak ve yüksek yerlerden kerteriz alın (çıkış noktasının arkasında iki ayrı açıda çizgide belirgin işaretlere göre hiza alıp aklınızda tutun). Bunları yapma fırsatınız olmadıysa çevrenizdeki yüzücüleri takip etmeye çalışın. Bir veya iki kişiyi değil daha çok sayıda kişiyi izlemeye çalışın, izlediğiniz tek kişi de sizin durumunuzda olabilir. Bunu da yapamıyorsanız doğrudan kıyıya yüzün, yaklaştıkça çıkış alanı daha netleşecektir.
    Sorun: Yüzmenin sonunda ayağınız yere değer değmez bastınız ama suda koşmak çok zor ve yorucu.
    Önlem: Yüzme sonunda kulaç atarken elleriniz yere değene kadar yüzmeye devam edin. Ondan sonra ayağa kalkın. Yüzmekten sıkılmış olsanız, kollarınız yorulmuş olsa bile suda koşmak çok gereksizdir.
    Sorun: Yüzmeden çıktınız değişim alanında bisikletinizi uzun süre bulamıyorsunuz. Giderek siniriniz bozuluyor.
    Önlem: Yarış öncesinde bisikletinizi ve diğer malzemelerinizi değişim alanına yerleştirirken alanı iyice analiz edin. Genellikle bir, iki veya üç sıra şeklinde yerleşim olur. Bisikletinizin yüzmeden çıkıp değişim alanına girişe göre hangi sırada ve aşağı yukarı hangi mesafede olduğunu iyice öğrenin. Sizinkinin çevresinde çok belirgin şekli veya rengi olan bisikletler varsa onlara da dikkat edin. Genellikle yarış numarasına göre bir sıralama olur ama buna güvenmeyin çünkü bazen karışık olabiliyor. Bisiklet asılacak askılar iki yönlü kullanıldığından hangi sırada olduğunu öğrendiğiniz gibi hangi yönden çıkaracağınızı da iyi düşünün. Birçok yarışta bisikletler seleden asılır. Örneğin, bisikletin üçüncü askı sırasında olduğunu anımsarsınız ama üçüncü sıranın hangi tarafında olduğunu karıştırabilirsiniz. Bunun için askı sırasını değil koridor sırasını aklınızda tutun.
    Sorun: Değişim alanında bisikletinizi buldunuz ama hangi sandık/kutu sizin bilemediniz, kafanız karıştı. Elinizi attığınız ilk kutuda başka malzemeler var.
    Önlem: Eşyalarınızı yerleştirdiğiniz kutuyu bisikletin hangi tarafına koyduğunuzu aklınıza kazıyın. Mümkünse bisikletin altına doğru iyice yanaştırın. Sizin olduğunu hızla anlayabileceğiniz bir malzemenizi görünür bir şekilde yerleştirin. Yüzme startı öncesi (girebiliyorsanız içeriden, giremiyorsanız dışarıdan) bisikletinize ve kutunuza son defa göz atın, bir başkası sonradan yerleşiminize müdahale etmiş olabilir.
    Sorun: Bisiklet ayakkabısını çorapsız giyemiyorsunuz. Çorabı ıslak elle ıslak ayağa geçirmek sinir bozucu ve zaman kaybettirici.
    Önlem: Bisiklet ayakkabısını (sprint ve olimpik triatlon için) çorapsız giymeye alışın. Daha uzun mesafeler ve alışamadığınız durumlar için çorabı yarış öncesi ayağınıza giyip rulo yaparak çıkartın. Böylece geri giyerken sadece parmakları içine sokup hızla ruloyu geri açarak çorabı ayağınıza geçirebilirsiniz.
    Sorun: Bisiklet ayakkabısını giyerken başınız dönüyor, dengenizi sağlayamıyorsunuz:
    Önlem: Yere oturun ve ayakkabıyı oturarak giyin. Uzun süreli yüzme ve belki de soğuk su dengenizi bozmuş olabilir. Bir süre sonra normale döneceksiniz. Bu süreyi yerde oturup dengeye ihtiyacınız olmadan ayakkabı giyerek geçirin.
    Değişim alanı
    Sorun: Bisiklet ayakkabısını giyerken çok zaman kaybediyorsunuz.
    Önlem: Ayakkabıyı pedalda bırakıp bisiklete bindikten sonra giyinme antrenmanı yapın. Böylece bisiklet etabına başladıktan sonra bisikletle ilerlerken ayakkabılarınızı giyeceğinizden zaman kaybetmemiş olursunuz. Ayakkabıyı pedalda bıraktığınızda topuk kısmı ağır geleceğinden aşağı sarkar ve yerde sürünür. Bunu önlemek için de küçük bir paket lastiği ile bisiklete tutturun, nasılsa giyip pedal çevirmeye başladığınızda lastik kopacaktır, ama o zamana kadar ayakkabıyı düz tutar. Bu giyme şeklini antrenmanlarda bolca denemeden yarışta kullanmaya kalkmayın, büyük ihtimalle düşüp ayakkabı için harcayacağınızdan daha çok zaman kaybedersiniz.
    Sorun: Ayakkabıyı giydiniz ama ayağa kalkar kalkmaz ayağınıza bir şeyler battı, çok rahatsız edici bir his. Bu şekilde bisiklette çok sıkıntı çekeceksiniz.
    Önlem: Çorabınızı veya ayakkabınızı giymeden önce, yüzmeden çıktıktan sonra koşarken ayağınıza yapışan şeyleri temizlemeyi unutmayın. Büyük ihtimalle kum ve toprak olacaktır. Kurumuş bitkiler daha fenadır. Elinizle hızlıca ayağınızı temizleyin. Hatta kutuda küçük bir havlu ya da bez varsa daha çok işe yarayabilir. Ama bu işle çok zaman kaybetmemeye de dikkat etmelisiniz. Unutmayın yarış sürenize değişim alanında harcadığınız zaman da dâhil.
    Sorun: Kaskınızı kutudan aldınız ne tarafı ön ne tarafı arka karıştırıyorsunuz. Ayrıca çene altı bağları birbirine karışmış, ıslak ellerle açamıyorsunuz.
    Önlem: Yarış öncesi bisikletinizi selesinden astıktan sonra kaskınızı gidonun üzerine dikkatlice yerleştirin. Kaskı; a) iç kısmı aşağı gelecek şekilde, önü bisikletin selesine bakacak biçimde; b) iç kısmı yukarı gelecek şekilde ve önü bisikletin önüne bakacak biçimde gidona yerleştirin. Siz bisikletin tam önünde durup kaskı takacaksınız; her iki yerleştirme şeklinde de kaskı alıp olduğu gibi kafanıza yerleştirmeniz kolay olacaktır. Ama hangi yöntemi kullandığınızı unutmayın. En iyisi hep aynı yöntemi kullanın. Yerleştirirken bağları karışmayacak ve bisikletin bir yerine takılmayacak şekilde dikkatlice düzeltin.
    Sorun: Bisikleti elinize aldığınızda lastiklerden birinin (veya ikisinin birden) inik olduğunu fark ettiniz, felaket.
    Önlem: Değişim alanına eşyalarınızı bırakırken lastiklerinizi ve siboplarını son kez kontrol edin. Tam olarak şişirilmiş olduklarından ve siboplarının sağlam ve kapalı olduğundan emin olun. Alandan çıkmadan son bir kez daha kontrol edin.
    Sorun: Ayakkabıyı giyip, kaskı takıp bisikleti aldınız ama hangi taraftan çıkacağınızı bilemiyorsunuz.
    Önlem: Yarış öncesinde bisikletinizi ve diğer malzemelerinizi değişim alanına yerleştirirken alanı iyice analiz edin. Yüzmeden ne taraftan geleceğinizi, bisikleti aldıktan sonra ne taraftan çıkacağınızı iyice öğrenin. Bunu yapamadıysanız şu kuralı anımsayın; genellikle bisikletle çıkış yüzmeden girdiğiniz yönün tersine olur. Değişim alanından çıkışta yerde bir çizgi olur. Bisiklete o çizgiden önce binemezsiniz. O çizginin yerini ve çıkışa ne kadar mesafede olduğunu iyice belirleyin. Böylece erken veya geç binmemiş olursunuz.
    Sorun: Değişim alanından çıkıp bisiklete bindiniz ama pedallar çok ağır, kilitleri takıp devam edemiyorsunuz.
    Önlem: Bisikleti, kolaylıkla sürmeye başlayabileceğiniz bir viteste bırakın. Bu genellikle unutulan bir şeydir. Değişim alanına girerken bunu unuttuysanız bile bisikleti askıya astıktan sonra bunu yapın. Bunu binene kadar yapmamışsanız, paniğe kapılmadan tek ayağınızı pedala kilitleyip diğer ayağınızla yerden denge sağlayarak hemen uygun vitese geçirmeye çalışın.
    Sorun: Bisiklette giderken dönüşleri bilmediğinizden kafanız karışıyor. Karşıdan gelenlerle burun buruna geliyorsunuz.
    Önlem: Yarıştan önce toplantıda parkur tanıtımını iyi dinleyin. Doküman dağıtıldıysa harita ve krokileri iyi çalışın. İmkânınız varsa internet üzerinden haritaları kullanarak parkuru analiz etmeye çalışın. Bunları yapsanız da yapmasanız da yarıştan bir gün önce bisiklet parkurunda kısa bir antrenman yapın. Dönüşlere, tırmanışlara, inişlere ve diğer detaylara aşinalık kazanmaya çalışın.
    Sorun: Bisiklet etabının sonuna yaklaşıyorsunuz ama tam da emin değilsiniz. Ayrıca değişim alanına nasıl girilecek bilmiyorsunuz, kafanız karıştı.
    Önlem: Teknik toplantıda, internette veya dokümanlarda özellikle bisiklet parkurunun kaç turdan oluştuğunu ve bitişte değişim alanına ayrımın tam olarak nerede olduğunu iyi öğrenin ve muhakkak turları sayın. Kolunuzda ve bisikletinizde kilometre saati olsa da turları saymaya çalışın çünkü bazen mesafeler oynayabiliyor (örneğin; 4 km’lik turlardan oluşan 20km olması gereken bir etap 20 yerine 22 olarak ayarlandıysa eksik tur atmış olursunuz ve fark etmezsiniz). Turları sayın, her tura başlarken “şu tura başlıyorum” diye içinizden söyleyin. Tur boyunca “x. turdayım” diye düşünün. “Bir sonraki turum x. olacak” veya “bu bitince şu kadar tur kalacak” gibi şeyler düşünmeyin. Tüm rakamlar birbirine karışabilir. Bir şablon belirleyin ve ona sadık kalın. Bence en iyisi her tur boyunca “x. turdayım” diye düşünmek. Belki size komik gelecek ama adrenalin ve yorgunluk bu kadar basit bir şeyi karıştırmanıza neden olabiliyor. Bisiklet etabında turlar dönülürken etabı bitirenlerin değişim alanına ayrılacakları bir ayrım noktası vardır. Burayı yarıştan önce iyi öğrenin. Bunu yapmayı unuttuysanız kendi turlarınızı atarken diğer bisikletçilerin ayrıldıkları noktaya dikkat etmeye çalışın.
    Değişim alanı
    Sorun: Bisikletinizi yerleştirdiniz, kaskınızı çıkardınız bisiklet ayakkabısını çıkarmak ve koşu ayakkabınızı giymek çok zaman kaybettiriyor.
    Önlem: Değişim alanına yaklaşırken ayakkabıyı gevşetip pedalda bırakarak ayaklarınızı içinden çıkarın. Değişim alanında bisikletten indiğinizde ayağınız çıplak halde olduğundan hızla koşu ayakkabısını giyebilirsiniz. Bu çıkarma şeklini antrenmanlarda bolca denemeden yarışta kullanmaya kalkmayın, düşersiniz. Koşu ayakkabısı için esnek (lastikten) ve boğumlu bağcıklardan alın. Bu tür bağcıklarla ayakkabıyı sıkılaştırmak çok hızlıdır.
    Sorun: Koşu için hazırsınız ne tarafa koşacağınızı karıştırdınız.
    Önlem: Yarış öncesi değişim alanı detaylarını iyi öğrenin. Her etapta nereden girip çıkacağınızı iyice anlayın. Genellikle değişim alanına hep aynı yönden girilip aksi yönden çıkılır. Yani yüzmeden çıkınca nereden girdiyseniz, bisikletten sonra da aynı yönde girersiniz. Bisiklete çıkarken ne yönde çıktıysanız koşu da o yönde başlar. En azından bunu anımsayın.

     
  • Rudisha Adımları
    July 12, 2013
    David RudishaDavid Rudisha 800m’de olimpiyat şampiyonu ve dünya rekorunun (1:40:91) sahibi. Hatta ben de Koşu Gazetesi‘nde 800m ve onun hakkında bir yazı yazmıştım. Böyle zor bir mesafede bu kadar nefis sonuçlar elde etmenin olmazsa olmazı kusursuz bir koşu formu ve adım. Aşağıdaki videoda Rudisha’nın koşarken yavaş çekimde 3-5 adımını görebilirsiniz. Videoya ve altındaki açıklamalaraKinetic Revolution isimli sitede rastladım. Açıklamaları tam olarak çevirmedim ama anlatılanları Türkçe aktarmaya çalıştım. Video ise aslen Running Technique Tips isimli siteden, Brian Martin ve ekibine ait. Bu videoyu alttaki açıklamaları okuyarak birkaç kez izlemek bile kendi formunuzdaki bazı sorunları tespit edip düzeltmenize yardım edebilir. Bu mükemmelliğe ulaşmak ise nerdeyse imkansız :) .


    Dik bir duruş: Genelde yapılan belden veya kalçadan yukarısının öne eğilmesi yanlışından eser yok. Tam olarak dik bir duruş ve tüm vücut ile ileriye doğru eğilme konusunda tam bir örnek.
    Kalça esnekliği: Adımın gerideki uç noktasında ve bacağın ileri atılışının ilk aşamasında kalçası süper esniyor. Bu esneme esnasında birçok koşucunun kalçası eğilirken (kalçanın sağ/sol ucunun aşağı/yukarı hareketi) Rudisha’da bu hiç olmuyor. Bunu da karın ve sırt (core) kaslarının sağlamlığı sağlıyor olmalı.
    Minimal düşey hareket: Koşarken enerji kaybının nedenlerinden biri vücudun aşağı yukarı hareketidir. Videoda da görüleceği üzere Rudisha’da bu neredeyse sıfır. Başının üstüne dikkat ederseniz net bir şekilde algılayabiliyorsunuz.
    Ayak tam dizin altında yere değiyor: Adımı çok uzun olmasına karşın dikkatli bakıldığında ayağı tam dizinin altında yere değiyor. Dikkatli bakılmazsa sanki ayağı çok önde yere değiyormuş gibi algılanıyor ama kesinlikle overstride (olması gerekenden uzun adım) yok.
    Devasa adım uzunluğu: Overstride yapmadan çok uzun bir adım aralığı elde edebiliyor. Hızının da anahtar noktası bu.
    Üst vücudu çok aktif: Koşu formu konusunda çokça göz ardı edilen bir konu da üst vücudun hareketidir. Videoda Rudisha’nın dirseklerinin her adım sırasında nasıl güçlü biçimde geriye çekildiğini ve bu hareketin omuzdan olduğunu görebiliyoruz. Sonra da kollar, üst vücudu çok çevirmeden aynı düzlemi izleyerek öne doğru geliyor.
    Bir de fotoğraftan bakın…
    David Rudisha

     
  • İznik Sprint Triatlonu 2013
    July 3, 2013
    Koşu etabıAlanya’da Avrupa Şampiyonası kapsamında düzenlenen olimpik mesafedeki triatlonda keyifli birkaç gün geçirip bir degüzel sonuç elde edince yaz aylarını tamamen koşuya adayıp sonbaharda hızlı bir maraton koşma hedefim yerini önümüzdeki ayları bisiklet ve yüzme antrenmanları ile triatlona ayırıp sonbaharda yarı ironman mesafesinde bir triatlon bitirme hedefine bıraktı. Ekim ayı sonunda Antalya’da düzenlenecek olan bu yarış için antrenman hacmimi bir miktar artırmaya başlamadan önce kendimi bir de kısa mesafe triatlonda denemek istedim. Geçtiğimiz hafta sonu İznik’te birincisi koşulan sprint triatlon bunun için güzel bir fırsat oldu. Her ne kadar koşullar kısa mesafede kendimi denememe olanak vermemiş de olsa güzel bir deneyim olduğunu düşünüyorum.

    Aslında son ana kadar İznik Triatlonu’na katılmaya karar verememiştim. İlk defa koşulacaktı. Triatlon gibi karmaşık bir organizasyon için ilkler risklidir. Kimse parkuru ve detayları bilmiyordu. Bu nedenle uzak durmuştum. Eşim Başak’ın perşembe ve cuma günü iş için Yalova’da olacak olması gündeme gelince “e o zaman ben de İznik’e geleyim hem yarışa katılırız hem de birlikte dönmüş oluruz” dedim. Son gün kaydımı yapıp cuma günü arabayla İznik’e gittim. Her yerde olduğu gibi İznik’te de cuma ve cumartesi günü aşırı sıcaktı. Ya esen bir yerde ya da klimalı bir ortamda olmayı tercih edeceğiniz cinsten nemli bir sıcak. Cumartesiyi bu tip yerlerde dinlenerek geçirip akşam saat 18′de yapılacak teknik toplantı için internet sitesinde belirtilen yere gittim.
    Not: Aşağıdaki üç paragraf doğrudan yarış ile ilgili değildir. Teknik toplantı, federasyon ve federasyonun web sitesi ile ilgili birkaç görüşümü yazdım. Sadece yarış raporunu okumak istiyorsanız buraya tıklayıp devam edebilirsiniz.
    Sitede, toplantı için yarışma talimatı içinde farklı bir yer belirtilmişti ancak sonradan “Duyurular” başlığı altında “Duyuru” başlığı ile başka bir duyuru yayınlanmıştı (!). Bu tip gariplikler ilgimi çektiğinden girip baktığımda İznik Triatlonu teknik toplantısı yer değişikliği hakkında olduğunu gördüm. Keşke başlığını daha iyi yazsalarmış diye düşünüp Triatlon Türkiye Facebook sayfasına hatırlatma olarak yazdım.
    Duyuru
    Teknik toplantıda hem federasyon başkanının hem de başhakemin konuşmasında iki detay dikkatimi çekti. Federasyon başkanı Yalova Triatlonu ile ilgili olarak Disiplin Kurulu tarafından savunmaları istenen üç sporcu hakkında konuştu. Konuya hiç değinmese bence kendisi açısından daha iyi olurdu ama ne yazık ki değindi. Savunma istenmesine sebep gösterilen şeyler olduğunda orada olmadığını ve görmediğini söyledi ama yapılanların yanlış olduğundan bahsetti. Klasik bir okul müdürü yaklaşımı ile “biz sporumuzu yapalım, müsabakamızı bitirelim, ödül törenimizi yapalım, sonra bir şey yapılacaksa beraber yaparız” gibi bir şeyler söyledi. Oysa madem konuya değinmek ihtiyacı hissetti kendisinden beklenen, savunmaların hangi gerekçeyle istendiğine dair detaylı açıklama (disiplin yönetmeliğinin hangi maddesine istinaden hangi davranışlarla ilişkili olarak) yapması olurdu. Bir de daha garip olanı “sadece savunma istendi, sonuçta bir şey olacağını [sanmıyorum]” tarzı bir cümle kuruyordu ki hatasını fark edip “gerçi disiplin kurulu bağımsız bir kuruldur ne karar verecekler bilemem” diyerek toparladı. Bu konuyu bu blogda çok detaylandırmak istemiyorum ama ne demek istediğimi anlatabilmişimdir umarım. Federasyonların özerkliği konusu bu olaylar ve bu konuşmalarla ciddi anlamda tartışmaya açılmış oldu. Diğer ilginç konuşmayı da yarışın detaylarından bahsetmek için mikrofonu alan başhakem yaptı. “Orada burada yazılar yazıp bizi eleştiriyorsunuz, elimizden geleni yapıyoruz, bizi eleştirmeyin” dedi. Ben bu yaklaşımın doğru olmadığı kanısındayım. Eleştirilmeyen kişi ve kurumlar sürekli daha kötüye giderler. Eleştiri olmazsa hatalar nasıl görülecek, gelişim ve ilerleme nasıl olacak? Aksine “lütfen her türlü görüşünüzü bizimle paylaşın, gözümüzden kaçan veya bilmediğimiz detaylar varsa öğrenmek bilmek isteriz” gibi bir tavır beklerken böyle bir cümle duymak beni çok üzdü. Yarış düzenlemek gerçekten çok zor. Hele de triatlon gibi karmaşık bir yarışın başlangıcını, bitişini, değişim alanlarını ve parkurlarını ayarlamak, kurallara ve yerel koşullarla uydurmak gerçekten zorlayıcı işler. Bu işlerle uğraşanlara teşekkür ediyorum, sağ olsunlar. Ama ne olursa olsun her zaman eleştiriye açık olmak ve hatta eleştiri olmadığında kendinden şüphe etmek şart. Umarım yanlışlıkla söylenmiş sözlerdir.
    Bir başka olayı da kayıtlarla ilgili yaşadım. Sitede online kayıt yapabiliyorsunuz. Ama nedense sadece lisans numaranızı yazmak yeterli olmuyor tüm bilgileri her seferinde yeniden girmeniz gerekiyor. Bu tip kayıt sistemi insan hatasına çok açık. Örneğin ben kategori olarak +30 Erkekler yerine yanlışlıkla +30 Bayanlar seçmişim. Bir comboboxtan seçim yapıldığından hata yapmak olası. Ama hata yaptığınızı fark ederseniz düzeltme şansınız yok. Ben de hemen bir eposta ile bu yanlışlığı bildirdim. Teknik toplantı sırasında bu hatayı düzeltmek için ilgili kişiyle konuştuğumda “ben düzelttim ama bir daha hata yapmayın” dedi. Bu yaklaşım da çok dikkatimi çekti. Hata bu, her zaman yapılabilir. Oysa tek yapılması gereken kayıt işlemini biraz daha akıllı hale getirmektir. Biliyorum eleştiri istenmiyor ama bu konuda fikir sorulursa önerilerim olabilir. Teknik toplantı sonrasında tarihi Ayasofya Camii bahçesinde makarna partisi gerçekleşti. Makarna yanında sulu tavuk yemeği, karpuz ve ayran da verildi. Yemek oldukça güzeldi ama yemek yemeye uygun bir yer olmadığından sporcular kucaklarında yemekte biraz zorlandılar.
    Kayıt formu
    Pazar sabah kahvaltı yaparken göl çarşaf gibiydi ve hava çok sakindi. Yüzme etabı havuz gibi olacak diye içten içe sevindim. Değişim alanına malzeme bırakma işlemi 8:30-9:15 arası yapılacaktı. 9:00 gibi bu işlemi bitirip 10:45′te başlayacak +30 yaş grubu yarışını beklemeye başladım. Bu sırada yıldızlar ve gençler kategorilerinde yarışanları izledim. Sizden önceki yarışları izlemek yüzme parkurunu ve değişim alanının detaylarını öğrenmek için güzel fırsat oluyor, size de öneririm. Bu yarışlar sonrasında +20 yaş grubu da start aldı. Hala hava ve göl çok sakindi. +20 yaş grubu bisiklet etabında geçtiğinde bir anda hava patladı. Çılgın bir rüzgâr ağaçları sallamaya başladı. Geçicidir diyerek bekledik ama giderek şiddetlendi. Rüzgârı izlediğimiz için gölün durumu aklımıza hiç gelmemişti. Start için göl kenarına gittiğimizde dalgaları görünce gerçekle yüzleştik. Ben bir gölde böyle dalga olabileceğini daha önce hiç düşünmemiştim. Yüzme parkuru bir dalgakıran ve doğal bir sazlık alan tarafından oluşturulmuş küçük bir koyda başlıyordu. 100 metre sonra sazlığı ve dalgakıranı geçip açığa çıkılıyordu. O küçük koyun içi bile böyle dalgalıysa dışarısı nasıldır diye endişelenmeye başladım. Start öncesi hakem de “çok zorlamayın sıkıntı hisseden veya zorlayan bıraksın teknelere binsin” uyarısı yapınca olay ciddiye bindi. Start için suya girdik ama zeminin oynaklığı ve dalgaların sertliği yerimizde durmamızı zorlaştırıyordu. Biran önce başlasın ve bitsin istediğim yüzme etabı bu şekilde başladı. Koyun içinde bir şekilde yüzebildim ama dışarı çıktığım an yüzmekte inanılmaz şekilde zorlanmaya başladım.
    Dalgalar
    İki metreye yakın yükseklikte dalgalar üzerinde kulaç atmak çok zordu. Ya kolum boşlukta savruluyor ya da tüm bedenim dalgaya gömülüyordu. Birkaç kez su yutunca kurbağalamaya dönüp ilk dubaya kadar gitmeye karar verdim. Ara ara yeniden kulaç atmayı deniyordum ama bir iki kulaç denemesi sonrası vazgeçip kurbağalamaya geri dönüyordum. Bu sırada iki defa bırakmayı düşündüm, çünkü çok saçma bir yüzme süresi olacaktı, yarışın pek anlamı kalmamış gibi geliyordu. Bu düşüncelerle ilk dubaya gelince dalgalara paralel yüzmek daha olası göründü. Hatta ikinci dubayı da dönünce dalgaları arkaya almak normal kulaç atmayı olası hale getirdi. Küçük koyun içine girince daha da hızlanıp yüzme etabını bitirebildim. Sudan çıkarken saatime baktığımda 19 dakikayı görünce beklediğim kadar kötü olmadığını fark ettim. Gerçi havuzda bu mesafeyi 14 dakikanın altında yüzdüğüm olmuştu ve burada en çok 15 dakikada sudan çıkmayı planlamıştım ama gölün o halini yaşadıktan sonra 19 dakika gözüme süper göründü. (3 sporcu yüzme etabında yarıştan çekilmiş)
    Yüzmeden çıkarken
    Çip olmadığından değişim alanında ne kadar zaman harcadığımı bilmiyorum ama elimden geldiğince hızla bisiklet etabına başladım. Önceki gün yapılan parkur tanıtımına katılmamıştım ama bisiklet etabının 8 tur olacağını ve 500-600 metrelik çok kötü zeminli bir bölüm olduğunu öğrenmiştim. “Çok kötü”nün tam olarak ne olduğun bilmeden ilk tura başladım. Çok fazla dönüş olması biraz canımı sıktı çünkü dönüşlerde kendime çok güvenmediğimden sürekli fren yapıyorum. Her dönüş sonrası ayağa kalkıp yeniden ritmimi bulmaya çalışarak ilerledim ve sonunda o kötü bölümle karşılaştım. Çok büyük ve sivri mıcır kullanılarak dökülmüş asfalttı. Bu bölümde hem sarsıntıdan dolayı hem de sürekli lastik patlayacak endişesi olduğundan hızlanmak mümkün değildi. Parkur boyunca sporcular bazı bölümlerde sert rüzgâra da maruz kalıyordu. Bu bazen yandan esen bazen de tam karşıdan esen rüzgâr demekti ve gerçekten sinir bozucu olabiliyordu. İlk 4-5 turu hep yalnız ilerledim. Draft serbestti ama çevremde kimse olmadığından bundan faydalanamadım. 6 ve 7. turlarda 3 kişilik bir grubu yakaladım ve bir süre onlara takıldım. Son tur iki kişi kaldık ve dönüşümlü olarak önde sürdük. Turları çok dikkatli saymaya dikkat ettim ve 8. tur sonunda değişim alanına döndüm.
    Bisiklet etabı
    Yarış öncesi yeni edindiğim Garmin 910XT’yi (incelemesini yakında yayınlayacağım) çoklu spor moduna ayarlamıştım. Her etap bittiğinde lap düğmesine basmam yeterli olacaktı. Ama koşuya başlarken bastığımı unutup yeniden basınca saat antrenmanı sonlandırdı. En azından koşu sırasında paceimi görebilmek için yeni bir koşu antrenmanı açmak için çabaladım. Birkaç yüz metre sonra bunu başardım. Başlangıçta 4:00 pace ile gittiğimi görünce biraz yavaşladım çünkü yıpratıcı yüzme ve bisiklet etabından sonra bu kadar hızlı başlamak çok akıllıca değildi. Zaten nefes alış verişim de bunu işaret ediyordu. Bir miktar yavaşlayıp 4:10′da sabitledim. 2,5 kilometrelik ilk turun sonunda 150 metre önümdeki sporcuyu yakalamaya karar verip biraz hızlandım. Tam geçerken o da bana tutunmaya karar verdi. Birkaç defa hızlanıp geride bırakmaya çalışsam da başaramadım. İkinci turu sürekli birlikte koştuk. Son 400m’de yeniden bir atakla öne geçmeye çalıştım ama karşılık verdi. Ben de çabalamayı bırakıp onun 4-5 metre önümde bitirmesine göz yumdum. Belki izleyiciler için hoş bir finish olurdu ama kapışmak içimden gelmedi :) . Bitişte bol soğuk su, buzlu kovalarda süngerler ve karpuz çok iyi geldi.
    Bitirdikten sonra eşim çok da fazla geride kalmadığımı bitiren ilk on kişiden biri olduğumu söyleyince şaşırdım. Yüzme etabı öylesine kötüydü ki kendimi sonlarda sanıyordum. Yarış sonuçları pazartesi akşamı açıklandığında gerçekten de kötü bir yarış çıkarmadığımı (yüzme hariç) gördüm. Sonuç; yüzme 19:08, bisiklet 45:07 ve koşu 22:23 olacak şekilde 1:26:38. En az 4 dakika daha iyi yüzebileceğimi ve 1 dakika daha hızlı koşabileceğimi biliyorum. Bisiklet etabının da bir miktar uzun olduğunu hesaba katarsam 1:20′nin altında bir sprint triatlon yapabileceğimi düşünüyorum. Umarım bir fırsat olur da bunu başarabilirim.
    İznik Triatlonu ilk defa düzenlendi. Belediye bu konuda çok hevesli ve istekli görünüyor. Gelecek sene olimpik mesafede düzenlemek istediklerini söylemişler. Daha iyi bir bisiklet parkuru ve yüzmeden çıkış rampası ile çok güzel bir triatlon olabilir. Biraz daha detaylı çalışılması şart. Triatlonda çipsiz yarış pek olmuyor. Bence artık her yarışta çip şart. Yarışlarda görev alan herkesin eline emeğine sağlık ama sanki kat edilecek çok mesafe var gibi. Bu da ancak yarış raporlarında ve yarış haberlerinde değinilen ufak aksaklıklara kulak kabartılarak olacaktır.
    Not: Merak edenler için göl suyunun tadı normal. Özel, farklı bir tadı yok ama kokusunu sevmedim :) .

     
  • Pedalımda 5 Ülke
    June 19, 2013
    Soner ve İnci TedXResetSoner ile 2012 yılının şubat ayında İznik’te tanıştım. Caner, Ilgaz ve Aykut ile İznikUltra parkurunu netleştirmek için oradaydık. Caner, “burada yaşayan öğretmen arkadaşım, bize destek olacak” diyerek tanıştırmıştı. Çok sakin, kendi halinde görünümü ve konuşması ile aklımda kalmıştı. O gün tanıştığımızda neler yapabildiği konusunda hiç bilgim yoktu. Bizim yaşlarımızda öğretmenlik yapan normal bir adam olarak kaydetmiştim hafızama, tanıdıklarım arasına. Sonra onun ve karısının neler yapabildiklerini ve hatta neler yaptıklarını öğrendikçe Soner’e (ve eşine olan) bakışım giderek değişti. Artık hafızamdaki tanıdıklarım listesinde, kendini rutinden ve alışılagelmişten koparabilmeyi başarmış, hayattan farklı şekilde keyif alınabileceğini fark etmiş ve ispatlamış, saygı duyulacak projelere imza atmış çok az sayıda insanın arasında yerini almış durumda.

    Soner ve eşi bir gün neden herkes gibi yaşayalım ki bu hayatı deyip konu üzerinde çok fazla kafa yormadan iki bisiklet ve bir çadırla uzun bir seyahate çıkmışlar. Sonra “oluyor yahu bu iş” diyerek Türkiye’de daha uzun bir seyahati de gerçekleştirince akıllarına daha uzaklar düşmüş. Kalkıp Türkiye’den Hindistan’a bisikletle gitmişler. Tanıdığım birçok insan bu seyahati uçakla bile yapamaz eminim ama onlar 5 ülkeyi pedallayarak geçmişler (sadece Tahran-İslamabat arasında ve Agra’dan sonra bisikletlerini kullanmamışlar). Ama tabii böyle şeyleri yapınca “tamam bitti bu iş” diyecek tipler olmadıklarından bu sefer 2008’de Almanya, Hollanda, Belçika, Fransa hattını bisikletleriyle katetmişler. Sonra aralarına çocukları Tibet katılmış. Onları tanımayan ve bu satırları okuyan birçok insan “ee ondan sonra bitmiştir tabii bu seyahat işleri” diyecek belki ama onlar herkes gibi olmadıklarını ispatlarcasına Minik Gezgin olarak çağırdıkları Tibet ile birlikte, o daha 22 aylıkken orta Avrupa’da 3486 kilometrelik bir rotayı geçmişler. Genel bakış ile 2 yaşında bir çocukla başka bir şehre bile seyahat etmek çok zorken onlar ailece günlerini bisiklet üstünde gecelerini ise yıldızların altında çadırlarında geçirerek dünyaya bizden çok daha yakın olmayı başarmışlar. Daha sonra 2012′de, Hollanda’dan İstanbul’a yine üçü birlikte bisikletleri ile geldiler. Bu seyahatin özeti 3660 km ve 10 ülkeydi. Onlar halen durmuş değiller. Bu yaz Berlin’den yola çıkıp İsveç’in kuzeyindeki kutup çizgisine dokunmak üzere pedallarına asılacaklar. Onu da yapacaklarına şüphem yok. Daha çok projeleri ve hedefleri olduğuna eminim.
    Pedalımda 5 Ülke
    Onların sıra dışı hayatlarından ve kocaman dünyalarından kısaca bahsettim çünkü geçmişte gerçekleştirdikleri projelerinden birinin detaylarını paylaştıkları kitaplarının çıktığını duyurmak istiyorum. Türkiye, İran, Pakistan, Hindistan ve Nepal’de gerçekleştirdikleri maceralarını “Pedalımda 5 Ülke” ismi ile hazırlayıp beğenimize sunmuşlar. Hepimizin yukarıdaki gibi hayalleri vardır. Ama çok azımız bunları gerçekleştirme cesaretini ortaya koyabilir ya da fırsatını yakalarız. Böyle bir şeyi yapmanın nasıl bir şey olduğunu, yapacak olanları nelerin beklediğini ilk ağızdan dinlemek istersiniz diye düşünüyorum. “5 Teknik Sorun”, “5 Sabah”, “5 Sınır”, “5 Yemek Kültürü” gibi hep 5 ile başlayan bölümlerden oluşan kitap hoş bir dille kaleme alınmış. Samimi anlatımı ile bir çırpıda okunacaktır.
    Kitabın başında şöyle demişler:
    Türkiye turlarından sonra hayallerimizi süsleyen ve az sonra okuyacağınız satırların da konusu olan İran-Pakistan-Hindistan-Nepal rotasındaydı gözümüz. Doğu Beyazıt’tan Pokhara’ya uzanan bu yolculuğumuzda topraklarından geçtiğimiz 5 ülkede sadece bedenimizi değil, ruhumuzu da uzun bir seyahate çıkardık. İnsanlığın yazgısına tanık olduk. Daha yola çıkmadan günlüklere dökülmeye başladı bilinçaltımızda harmanlanan düşünceler duygular. Hüzün ve mutluluk, yoksulluk ve zenginlik, huzur ve endişe her ülkede kılık değiştirerek farklı yüzleriyle tekrar tekrar çıktı karşımıza. Belki hepsi aynı şeydi zaten. İran’ın Siese Pol köprüsünden, Pakistan’ın kırmızı tuğla fabrikalarından, Hindistan’ın Altın Tapınağından geçen rotamızda bize yoldaşlık eden bir çift bisikletimiz ve terkimizde taşıdığımız birkaç çul ve çapuldan başkası değildi. Çok hafiftik aslında.
    Doğu coğrafyasının insanları ve efsunlu kültürleriyle ilişkimiz hem zihnimize hem de ruhumuza kazındı. Yol boyu egomuzla, bisikletlerimizle, yolla, doğayla, insanlarla olan iletişimimizi aktardık günlüğümüze. Sanki biz sabitmişiz de yaşananlar etrafımızdan süzülüp gidiyormuş gibiydi her an.
    Yerleşik düzene döndükten ve kelimelerin bir süre demlenmesini bekledikten sonra, yolda kâğıda dökülenlere tekrar eğildik. O “an”ları aradık. Gördük ki notlar nerede kalınır, ne yenir gibi bilgileri pek vermiyor. Eğim kaçtır, iki şehir arasındaki mesafe ne kadardır, buraları kaç saatte geçtik, bunları yazmadık. Elinizdeki bir bisiklet turu rehber kitabı değil.
    Benzer günlükleri okurken çadır kurduk, su kaynattık, onu yedik bunu içtik, uyuduk, kalktık, çantaları hazırladık döngüsünden çok sıkıldığımız için, farklı ülkelerdeki benzer konu başlıklarını aramaya başladık notlar arasında. Sonra 5 ülkedeki ortak duygular, o “an”lar, benzer hatıralar, acılar, sevinçler, insanlar kümelenmeye başladı. Her ülkede yaşanan bu tekrarlar anlamlı geldi bize, bisikletteki ritim duygusu gibi rahatlatıcıydı bunları okumak, yer ve zaman değişiyor görünse de aynı “an”ın türevleriydi her şey.
    Yolculuk tüm çıplaklığıyla ortadadır ilerleyen sayfalarda. Kızgınlıklar, küfürler kahkahalar ve hüzün, çoğu yerde ilk kaleme alındığı gibi bırakıldı. Yoldaki halimiz gerçektir ve herhangi bir imbikten süzülmeden buradadır. Biz de kendimize dışarıdan bakma fırsatı bulduğumuz için çok şanslıyız. Kendi fotoğrafını ilk kez gören, aynayla ilk kez karşılaşan yerliler kadar şaşkınız.
    Bizimle bu anları paylaştığınız için mutluyuz. Siz okudukça o anlar daha az hayal daha çok gerçek olacaktır.
    Soner ve İnci yaptıkları bu şahane işlerden TedXReset 2013 konuşmalarında bahsetmişlerdi. Onları bir de kendi ağızlarından dinlemek için o videoyu izlemenizi öneririm. Bu çarpıcı ailenin projelerinden bahsettiği bir de web sitesi var:http://www.minikgezgin.com. Sitelerini inceleyin, videolarını izleyin, onları tanıyın istedim…
    Soner, İnci ve Minik Gezgin

     
  • Avrupa Şampiyonası Alanya Triatlonu 2013
    June 18, 2013
    Alanya Triatlonu start öncesiNisan ayında tamamladığım ilk triatlonsonrası bu yıl birkaç yarışa daha girmeye karar vermiştim. Önce Kütahya’da yüzme kısmı havuzda yapılan yarışa gözümü dikmiştim. İngiltere’den döndüğüm hafta sonuna denk gelmesi ve bisiklet parkurunun biraz korkutucu olması nedeniyle gitmekten vazgeçtim. Ardından Yalova’daki sprint triatlona gitmeye karar verdim. Tam o hafta sonu Gezi Parkı olayları başladı. Gidiş geliş 10 saatimi arabada harcamak anlamsız geldi ve gergin olan o günlerde Ankara’da kalmayı daha doğru buldum. Aslına bakarsanız iktidarın süregelen baskıcı yaklaşımları, toplumu kendi ahlak anlayışına göre şekillendirme çabaları ve tüm kurumları etkisi altına alıp insanlara kendini ifade alanı bırakmaması gibi nedenlerle ben de çıkıp hem bunları hem de İstanbul’daki sakin göstericilere uygulanan şiddeti protesto etmek istedim. Böylece plandaki iki triatlonda kaçmış oldu. Sırada Avrupa Şampiyonası dâhilinde koşulacak olan Alanya Triatlonu vardı ki birçok arkadaşım “her yarışı kaçır ama buna muhakkak git” demişlerdi.

    Karar ve kayıt

    Mayıs ayında federasyon yetkilileri ile iletişime geçmiş bu yarışa katılmak istediğimi belirtmiştim. Yarış Uluslararası Triatlon Birliği (ITU) tarafından düzenlendiğinden kayıtları, sporcular yerine federasyon yapıyordu. İlgili kişi, kaydımı yaptığını ancak yarışta bir mayo kuralı olduğunu, mayo konusunda geç kaldığım için kendim halletmem gerektiğini söyledi. Katılacağım yarışın uluslararası olduğunu ve bazı kurallar olabileceğini anlamıştım ama yaş gruplarında yarışacak insanlara bu tip zorunluluklar getirmenin çok da anlamlı olmadığını düşündüm. Genelde böyle kısıtlamalarla insanları yarışlardan ve spordan soğutan bizim ülkemizdeki oluşumlar olur ama bu sefer bu düzenleme ITU’dan geliyordu. Her ülkenin federasyonu bir mayo belirleyecek ve sporcular da bu mayolar ile yarışacaktı. Federasyon mayo biçimini belirlemiş ve nisan ayında bir duyuru yaparak insanlardan talep toplamış. Bu konu benim gözümden veya dikkatimden kaçmış olduğundan son birkaç güne kadar bu yarışa katılıp katılamayacağım konusu hep sallantıda kaldı. Mayonun siyah olması gerektiğini biliyordum. Arkadaşlarımla iletişime geçip düz siyah bir mayo bulmaya çalıştım. Sağ olsun bir arkadaşım (teşekkürler Kutluhan ve Mustafa) eski bir mayosunu bana gönderdi. Kaydolduğum kategori 35-39 yaş arası olimpik kategoriydi. Ayrıca bir de açık sprint kategorisi vardı ve o yarışta mayo zorunluluğu yoktu. Yarışa birkaç gün kala, “giderim, kayıt sırasında mayo konusunu çözmeye çalışırım, olmazsa sprint kategoride yarışırım” diyerek otel ayarladım. Yaş gruplarının olimpik kategori yarışları 14 Haziran cuma günü koşulacaktı ve 13 Haziran perşembe günü kayıt netleştirme ve malzeme alma işleminin yapılması gerekiyordu. İş yerinden 3 gün izin aldım ve eşimle birlikte çarşamba günü yola koyulduk. Ankara-Alanya arası arabayla 6-6,5 saat sürüyor. Geçen sefer bisikleti arabanın içinde taşımıştım ama bu sefer araç arkasına takılan kitlerden kullanıp dışarıda taşıdım.
    Alanya Triatlonu yüzme start alanı

    Yarış öncesi

    Perşembe günü kayıt alanında federasyondan ilgili kişileri bulup elimdeki siyah mayoyu gösterdim. Katılabileceğimi ama üzerine ITU amblemini, TUR yazısını ve soyadımı bastırmam gerektiğini söylediler. Daha önceden kayıt olmuş olanlar için hazırlanan mayolardan birini alıp baskıcıya gitmeyi düşündüm ama mayonun sahibi gelebilir diye vermek istemediler. Ne yapabilirim diye düşünürken büyük bir ekip ile birlikte gelmiş olan bir arkadaşım kesinlikle gelmeyeceğini bildiği ve benimle benzer vücut ölçülerinde birinin adını söyledi. Onun formasını onun yerine satın alıp soyadının üzerini kapattırıp kendi soyadımı yazdırma fikri çok akıllıcaydı. (Teşekkürler Göksen :) ) Hemen formayı alıp baskıcıya gittim. Basabileceklerini ama ancak akşam altıda hazır olacağını söylediler. Tamam deyip oradan ayrıldım. Kaydımı tamamladım malzemelerimi aldım. Akşam saatlerinde değişim alanı yakınlarındaki ücretsiz bisiklet bakım noktasına gittim. Amacım vites ayarımı yaptırmak ve lastikleri iyice şişirtmekti. Oraya vardığımda bisiklet bırakma işleminin yapıldığını görüp şaşırdım. Çünkü ben bu işin ertesi gün sabah yapılacağını sanıyordum. Mayomu göstermeden değişim alanına almadılar. Ben de hızla gidip mayoyu aldım, gelip bisiklette gerekenleri yaptırdım ve checkinimi yapmış oldum. Bisikleti bırakmak için değişim alanına girdiğimde daha önce bırakılmış bisikletlere göz attım. Hepsi çok süper aletlerdi. Yurtdışından gelen yarışmacılar inanılmaz bisikletlerle gelmişlerdi. Bir süre en ilgi çekici olanların bazılarını inceledikten ve akan salyalarımı sildikten :) sonra makarna partisinin yapılacağı alana geçtim.
    Alanya Triatlonu yüzme start
    Makarna partisinin başlayacağı saati beklerken birçok sporcunun ülke formaları ile katıldıkları bir kortejin geldiğini gördük. Sanırım Alanya’da küçük bir tur atmışlardı. ITU ve federasyon yetkilileri, hakemler, gözlemciler, antrenörler ve sporcular müzik eşliğinde partinin yapılacağı alana girdiler. Sahnede canlı müzik yapan bir grup vardı. Güzel şarkılar çaldılar ama müzik düzeni açık havaya ve bu kadar büyük bir alana göre yanlış yapıldığından keyif alamadık müzikten. İki noktada üçer çeşit makarna sunuldu. Makarnalar bence güzeldi. Sadece biraz daha sıcak olabilirdi ama bu kadar kalabalık bir ekip için yapılan hazırlık bundan iyi olmazdı sanırım. Ayrıca bir noktada kayısı, vişne ve elmadan oluşan bir açık meyve büfesi vardı. Buradaki meyvelerde çok kaliteli ve güzel seçilmişti. Uluslararası bir etkinliğe yakışan bir makarna partisi oldu diyebilirim. Ben 3 kâse makarna, biraz kayısı ve elma ile tıka basa doyunca otele geçip dinlenmeye karar verdik.

    Yarış ve yüzme

    Sabah otelden başlangıç alanına yaklaşık 15-20 dakika olan yolu hızlı adımlarla yürüdük. Bu hem açılmama hem de ısınmama yardımcı oldu. Varır varmaz kask, ayakkabılar ve jelden oluşan diğer eşyaları bisikletin yanındaki sepete koydum. O gün sabah çok sayıda grup start alacaktı. Her yaş ve cinsiyet grubu ayrı zamanlarda başlayacaktı ve buna uygun farklı renklerde boneler verilmişti. Benim bulunduğum yaş grubu kırmızı bone takıyordu. Bu ayrım bence çok faydalı çünkü mikrofonda insanları start noktasına çağıran kişilerin uzun uzun yaş ve cinsiyet saymaktansa “kırmızı boneli herkes start alanına” demeleri yetiyordu. İlk yaş grupları (sanırım 18-19 ve 20-24 yaş grupları) iskeleden atlayarak start aldılar. Bunu görünce biraz çekindim, çünkü daha önce böyle start almamıştım (gerçi bu ikinci triatlonum olunca pek farklı start şekillerini deneyimlediğim söylenemez ya). Neyse ki mikrofondan hemen “geri kalan yaş grupları endişelenmesinler onlar böyle başlamayacaklar” anonsu yapıldı :) . Sıra bizim grubumuza geldiğinde iskeleye gittim. Numaram küçük olduğundan en sağ tarafta yerimi aldım. Starta bir dakika kala suya atladık. Ayakta durabileceğim bir derinlikteydik. Herkes tek eliyle bir ipe tutundu ve başlama sesi ile beraber yüzmeye başladık. Taşucu’nda yaşadığım, sahilden koşarak denize girme şeklindeki startın sebep olduğu arbede burada hiç yaşanmadı. Hızlı olanlar birkaç dakika içinde öne geçtiler. Bir süre sağımda ve solumda birileri ile yüzdüm ama sıkıntı olmadı. Zaten bir süre sonra yalnız kaldım. Sanırım benden yavaş yüzen sadece 5-6 kişi vardı. Onları geride bıraktım geri kalanlar da uçup gittiler. Bu sefer dikdörtgen çizen bir rota vardı ve tek turdu. En uzaktaki bizim döneceğimiz dubaya kadar olan mesafenin yarısında başka bir dubanın oluşu ve bu dubaların çok büyük olması yönümü kaybetmememi sağladı. İlk dubadan dönüp dikdörtgenin kısa kenarını da yalnız yüzdüm. Son dubayı döndüğümde bitişi incelemediğimi ve uzaktan nasıl görüneceğini hiç bilmediğimi fark ettim. O an biraz panik olsam da yarı yoldaki dubaya kadar sakinliğimi korudum. O sırada yeşil boneli biri yanımdan geçti. Çok yavaş yüzmediğimi hatta Taşucu’ndakinden daha rahat ve hızlı yüzdüğümü düşünürken bir sonraki start alan gruptan birinin bana yetiştiğini anlamak moralimi epey bozdu. Neyse ki başka yeşil boneli görmeyince bu arkadaşın istisnai bir hızda yüzdüğünü anladım. Orta mesafedeki dubayı geçince sürekli bitiş noktasına odaklanmaya çalıştım. Yaklaştıkça doğru yöne doğru gittiğimi anlayıp rahatladım. 150 metre kala midemde bir rahatsızlık oldu. Gazla birlikte bir mide bulantısı hissiydi. Kıyıya çok yaklaştığımda suyun içinde çok az kustum. Neden oldu bilmiyorum ama bundan sonra midem rahatladı. Ellerim dibe değene kadar yüzmeye devam ettim sonra da çıkıp hızla koşmaya başladım. Bu sefer baş dönmesi çok azdı. Hızla değişim alanına girdim. Ayakkabıyı bisikletin üzerinde giymeyi henüz öğrenmediğimden yere oturup mümkün olduğunca hızla giydim. Kaskı takmadan bisikleti olduğu yerden çıkarmak yasak. O nedenle hemen kaskı takıp bisikleti çıkardım ve binme noktasına kadar koştum. Çizgiyi geçer geçmez üzerine atlayıp var gücümle pedallamaya başladım.
    Alanya Triatlonu yüzme çıkış

    Bisiklet

    Yolun başlangıç bölümü çok rahatsız edici beton taş döşeme. Bisiklet deli gibi titreşiyor ve hızlanmak acı veriyor. Ama neyse ki dümdüz bir parkur, tepeyle uğraşmaya gerek yok. Döşeme bölüm 2 km kadar sonra bitiyor ama başlayan asfalt da çok nefis sayılmaz. Önceki bölümü düşününce burası kaymak gibi geliyor ve pedallara daha da yükleniyorum. Bu yarışta draft yasaktı, yani öndeki sporcunun hava boşluğunda ilerleyemiyordunuz. Sizi geçen biri olunca arkasına takılmaya yeltenmeyip ve kendi çizginizde gitmeye devam etmeniz gerekiyordu. Draft yaptığınız, yol boyunca bekleyen hakemlerce fark edilirse bekleme cezası alıyordunuz ve bunu birkaç kez tekrarlarsanız da diskalifiye oluyordunuz. Zaten benim yakalayıp birlikte sürebileceğim hızda hiç kimse yoktu. TT bisikletleriyle sürekli yanımdan birileri hızla geçip gidiyordu. Bu kadar hızlı nasıl beni geçerler deyip her seferinde daha da yükleniyordum pedallara. İlk iki tur bittiğinde “ne yapıyorsun Mert, koşuya da biraz bacak saklamayacak mısın” diye düşündüm. Üçüncü turu daha sakin gittim ama son turda yine beni geçenlerin gazına gelip yüklendim. Draft olmadığından pedallamayı bir an olsun durduramıyor insan. Sadece dönüşlerde bir anlığına bacakları dinlendirebildim. Bisiklet etabı sırasında teknik sorunlar yaşayan, lastiği patlayan ve hatta düşen insanlar gördüm. Sürekli kendi kendime “hadi iki tur kaldı, hadi son tur, dayan, bir sıkıntı olmadan şu bisiklet işi bitsin” deyip durdum. Neyse ki bir sıkıntı yaşamadan bisikletten indim.

    Koşu

    Halen kendime koşu ayakkabım için lastik şeklinde bir ip almadığımdan koşu için hazırlanmam da uzun sürdü. Bağcıkları sıkmak ve bağlamak epey zaman aldı. Bisiklette son turda kendimi çok yorduğumdan değişim alanında nefes nefeseydim. Hatta koşuya ilk başladığımda nefessizlikten koşamaz haldeydim. Hızımı iyice azaltıp, kendimi sakinleştirmeye ve nefesimi düzenlemeye çalıştım. Bunu hızla yapmalıydım yoksa koşu turlarının ilk 500 metresi içindeki sert tırmanışta nabzımın daha da yükselmesiyle durum iyice kötüleşecekti. Bir şişe suyu kafamdan aşağı boşaltıp serinledim ve sakinleşmeye başladım. Bahsettiğim tırmanış gerçekten sert bir bölüm ama neyse ki kısa sürüyor ve ardından hem gölge hem de hafif iniş olan bir kısım başlıyor. İlk turu sakin tamamladıktan sonra her turda vitesi artırarak devam ettim. Her ne kadar vites artırsam da bisiklette harcadığım kaslar yüzünden istediğim kadar hızlanamadım. Koşarken çok fazla insanın yanından hızla geçtim ama farklı zamanlarda start almış çok sayıda insan olduğundan geçtiklerim kendi grubumdan mı bilemiyordum. Son turu da elimden geldiğince hızla tamamlayıp finishe ulaştım. Yarış boyunca değişik noktalarda beni destekleyen ve fotoğraflayan eşim orada beni bekliyordu. Madalyamı boynuma takıp ona sarıldım.
    Alanya Triatlonu bitiş

    Yarış sonrası

    Bitiş sonrası için çok güzel bir dinlenme bölümü hazırlanmıştı. Soğuk suların, sporcu içeceklerinin, çeşit çeşit meyvenin olduğu vantilatörlerle serinletilen gölgelik bir alanda buzlu su dolu küçük havuzcuklar vardı. Arkadaşların oldukları bir tanesine gidip ben de göğsüme kadar suya girip oturdum. İçinde onca insan olmasına ve boyutlarının küçüklüğüne rağmen halen yeterince soğuktu ve çok işime yaradı. Havuzdan çıkıp bir süre de vantilatörlerin önünde oturduktan sonra bazı sonuçların asıldığını gördüm. O ana kadar bitirenlerin zamanları hızla çıkartılmış ve asılmıştı. Uluslararası yarış böyle bir şey demek ki deyip listelere bakmaya gittim. Kendi sonucumu görünce önce inanamadım, “bir yanlışlık olabilir, daha dur bakalım bunlar resmi sonuçlar değil” diye düşündüm. Çünkü ilk triatlonuma göre neredeyse 11 dakika daha hızlı bitirmiştim; kâğıtta 2:25:44 (yüzme 30:19, T1 01:05, bisiklet 1:09:26, T2 01:12, koşu 44:56) yazıyordu. İşin ilginç kısmı yüzmeden yine 30 dakikada çıkmışım, koşuyu da Taşucu’ndan 1 dakika yavaş tamamlamışım. O zaman bisiklette gerçekten iyi yüklenmişim. Zaten iki gün boyunca bacaklarımda ve kalçamda bu derecenin hissiyatı kaldı.
    Yarış sonrası otele gidip güzel bir duş, yemek ve kısa bir uyku ile kendimi ödüllendirdim. Saat 15:00′de elit kadınlar yarışını izlemek üzere geri geldik. İlk defa bir triatlonu baştan sona canlı olarak izledim. Sürekli bir heyecan olmasa da keyifli olduğunu söyleyebilirim. Doğru noktalarda olunduğunda transitionları, bisiklet ve koşu turlarını keyifle izlemek mümkün. Biz sabah çok erken saatte başlamıştık ama koşu etabı çok sıcak olmuştu. Elitlerin bu kadar sıcak saatlerde bu kadar yüksek performans sergilemelerini izlerken saygı duymamak elde değildi. Ertesi gün de elit erkekler yarışını aynı heyecan ve keyifle izledikten sonra bir puba oturup en iyi derece kutlaması için Başak’la buz gibi birer bira içerek triatlon dolu hafta sonunu noktaladık.

    Aklımda kalanlar

    1. Yarış organizasyonu çok iyiydi. Öncesi, sonrası, değişim ve dinlenme alanı, parkurların sürekli düzeni vb. her şey çok iyiydi.
    2. Sanırım triatlon İngiltere’nin milli sporu olmuş. İngiltere’den katılan 576 triatlet vardı. İnanılmaz bir rakam. Her kategoride ve yaş grubunda üzerinde GBR yazan kadın ve erkek bir sürü triatlet vardı. Benim kategorimde 38 kişiden 19′u İngilizdi mesela.İngiliz sporcular bu organizasyonda toplam 95 madalya almışlar:)
    3. Yaş gruplarındaki sporcuların ekipmanları dillere destandı. Çok özel bisikletler gördüm. Benim emektar yanlarında çok ezik durdu ama yarışta hakkını verdi.
    4. Değişim alanından çıkarken hem kol ve bacaklarda hem de kaskta yazan numara ile bisikletteki numaranın aynılığı titizlikle kontrol edildi. Çok değerli bisikletlerin olduğu bir yerde önemli bir detaydı.
    5. Federasyonun yaptırdığı mayo çok kötü değil belki ama arka kısmına yazılan yazılar ne yazık ki çok aşağıda olmuş. Birçok sporcunun soyadının altında yer alan TUR yazısı bacaklarının (!) arasında kaldığından okunmuyordu ve çok da çirkin bir görüntü oluşturuyordu.
    6. Bisikletin sporcuya uygun boyutlarda olması ve yarışa göre ayarlarının yapılması çok önemliymiş, onu öğrendim. Kendime biraz küçük olan bir yol bisikleti ile düz ve uzun bir parkurda yarışmak koşu etabına yorgun bacaklarla girmeme neden oldu. Bana daha uygun boyutlarda bir triatlon bisikleti ile belki yine aynı zamanı yapardım ama koşuya daha sağlam girebilirdim.

    Bundan sonra

    Alanya Triatlonu, koşu ve triatlon konusunda zaten karışık olan kafamı daha da karıştırdı. Planım, Alanya sonrası ekim ayında koşacağım bir maraton için sadece koşu antrenmanlarına dönmek ve yaz aylarını sadece koşarak geçirmekti. Hatta ekim ayı için Avrupa’da düz yol maratonlarını araştırmaya başlamıştım bile. Şimdiyse bu kararımı yeniden gözden geçiriyorum. Kışın Ankara’da koşmak zor diye böyle bir plan yapmıştım ama kışın bisikletin zor değil imkansız olduğunu hesaba katınca yazın triatlona devam etmek daha akıllıca geliyor. Ayrıca ekim ayında Antalya’da bir de yarı ironman olması gerçekten aklımı daha fazla çeliyor. Dedim ya kafam karışık. Ama bir an önce kararımı verip, maratonsa koşuya, triatlon (ve yarı ironman) ise bisiklet ve yüzmeye odaklanmam şart.
    Not: Yazıdaki tüm fotoğraflar eşim Başak Gürbüz Derman tarafından çekilmiştir.

     
  • Two Castles and An Abbey Ultra Trail Run – 80 km Yarış Raporu
    May 30, 2013
    Burak İlterKonuk yazar: Geçtiğimiz hafta sonu, 25 Mayıs 2013′de Kıbrıs’ta 80 kilometrelik Two Castles and An Abbey Ultra Trail Run yarışı koşuldu. Ben ne yazık ki yarışa katılamadım. Böyle bir patika ultra maratonuna ilk kez katılan, aslında daha çok triatlonlara katılan ve 10 km’den uzun bir koşu yarışında hiç koşmamış bir arkadaşım -Burak İlter- bu yarışta koştu. 62.km’de yarışı bırakmak zorunda kaldı. Deneyimlerinin çok değerli olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle kendisinden başka mecralar için yazdığı raporunu burada yayınlama izni aldım. Sağolsun son halini bana iletti. Ben de sizlerle paylaşıyorum. Umarım bu yarışa ya da benzerlerine katılacaklara faydası dokunur.
    ***
    Yarış, cumartesi sabah Kantara kalesinden başlayacaktı. Sonlanacağı yer Bellapais’teki eski manastır olacak, arada da 7 adet kontrol noktası bulunacaktı. 3, 5 ve 7 numaralı istasyonlar için birer torba bırakma imkânı bulunmaktaydı. 6 numaradan en geç 4:30, 7’den de en geç 6:30’da çıkmış olmak gerekiyordu. Her istasyonda gıda olarak muz, karpuz, kuruyemiş, su, kola bulunacaktı.

    Bir grup Girne’de kalıp sabah erken gelmeye karar vermişti. Onlar dışındakiler olarak (biraz daha uyuruz diyenler) topluca Kantara’daki Guest House’da kaldık. Yatmadan önce 3, 5 ve 7 numaralı istasyonlara bırakılacak olan drop bag’leri düzenledik. Ankara grubu olarak birer çantayı ortak olarak kullanmaya karar verip ona göre eşyaları yerleştirdik. Yanımıza alacağımız eşyaları da düzenledik.
    Ben yanımda götüreceğim Salomon XT Wings 5 çantayı (Mert Derman’a sponsorluğu için tekrar teşekkür ederim burada) düzenledim. İçine koyduklarım şöyle: 2 adet jel, 3 paket elektrolit (her biri 500 ml su için), ayak için bant, tendürdiyotlu çubuk, yedek çorap, koluma takacağım GPS saati, 2 adet suluk. 3, 5 ve 7 numaralı istasyonlar için koyduklarım şöyle: 2’şer elektrolit, 2’şer jel, 1’er cevizli sucuk, 3 ve 5’e ortak güneş kremi, 3’e şapka, 7’ye geç kalma ihtimalini göz önünde tutarak bir kafa lambası.
    Sabah 5’teki start için 3:30’da kalktık ve tesisin sağladığı kahvaltıya oturduk. Bir parça peynir, küçük bir paket reçel, ekmek ve yumurtadan oluşan (bence) zayıf bir kahvaltı yaptık. Nasılsa hem çantada hem istasyonlarda hem drop bag’lerde yeterince yiyecek bulabileceğim için daha fazla yemeye çalışmadım. Sonrasında çantanın son kontrolü ve start noktasına Girne’den gelenlerle birleşerek topluca aktarım.
    kıbrıs sabah karanlığında yarış
    Ve saat 4:55 civarı yarış başladı. 80 km koşacak toplam 22 kişi kadar vardı. Hep beraber araziye giriş yeri olan 3 km kadar ötedeki noktaya kadar koştuk. Bu kısımda çok rüzgâr vardı, hava karanlık ve soğuktu. O kadar ki üstüme bir de ekstradan tişört giymiştim. Araziye çıktıktan 1-2 km sonrası artık ısındım ve tişörtü çıkararak sırt çantasına koydum. Bu arada kısmen Belçika’dan gelmiş biriyle koştum. Daha önce en uzun 10 km yarışına katıldığımı öğrenince nedense(!) şaşırdı. Yavaş gitmemi tavsiye etti. Tişörtü çantaya koymak için yürümeye başlayınca ayrılmış olduk ve arkadan gelen Argün ile beraber koşmaya başladık. Bu arada ufukta Torosların silüeti de görünüyordu. Bu da ayrı bir güzellik katıyordu zaten muhteşem olan manzaraya. Patika baştan sona Kıbrıs’ın dağlarında geçen çoğu ormanlarla kaplı oldukça güzel bir yoldu. Yol sürekli olarak bizi dağların bir sağına bir soluna geçirdikçe Kıbrıs’ın bir kuzey bir de güney tarafından denizi ve ova kısmını görüyorduk. Yol işaretlemesinin de çok başarılı olduğunu, çok emek verildiğini söylemek lazım. Gidilecek yerler hep kırmızı noktalarla işaretlenmişti. Yol kısımlarında ayrım noktalarında mutlaka tercih edilecek yol belirlenmişti, patika veya “yardırma” tabir edeceğim patikasız tamamen ot ve kayaların arasından çıkıp inilen yerlerdeyse çok daha sık işaretlemelerle kaybolmak oldukça zorlaştırılmıştı (tabii, ben yine de bir yerde bunu becerdim :) )
    Dik yokuşları yürüyor, geri kalan yerlerde düşük tempo koşuyorduk. İlk istasyonda (10 km) su bile almaya gerek duymadım(k). Sanırım en çok pas geçilen istasyon oldu doğal olarak çünkü herkesin deposu henüz doluydu, hava da ısınmadığı için su kaybı da henüz düşüktü.
    İkinci istasyona kadar Serhan’ın da katılımıyla üçlü olarak aynı şekilde devam ettik. İstasyon öncesi bir yerde durarak suluklardan birine ilk elektroliti attım ve istasyona kadar bunu tükettim. İkinci istasyon sanırım 19 km civarındaydı. Burada bir muz, bir miktar kuruyemiş yedim.
    İkinciden çıkışta belli belirsiz bir patikadan aşağı inmeye başladık. DASK’ı ilk defa burada anmaya başladım. Bu aşamaya kadar tamamen yollardan gitmiştik fakat durum değişiyordu. Bu inişi kısmen yürüyüp kısmen koştuk çünkü bir kısmı koşulabilecek gibi değildi. Uzun bir inişten sonra biraz da yoldan çıkış-iniş yaptıktan sonra bir asfalta geldik. 1 km sonra 3. istasyona vardık. Burada şapkaları çantadan aldık. Biraz karpuz, kuruyemiş vs yedik, ben bir de jel aldım elime. Ve tabii kendime ödül olarak koyduğum cevizli sucuğu.
    İstasyondan çıktıktan hemen sonra dik bir yardırma tırmanışı vardı. Burada cevizli sucuğu yeme çabası beni Serhan ve Argün’den geri bıraktı. Nasılsa sonra yakalarım yine beraber gideriz düşüncesiyle zorlamadım. Fakat çıkış bittikten sonra yola ulaştığımda koşmakta güçlük çektiğimi farkettim. Sorun bacaklarda değildi fakat koşamıyordum bir türlü. Mecburen yürümeye başladım. Bu arada cevizli sucuk ve bir jel de bitmişti. Epeyce bir yürüdükten sonra (4-5 km) farkettim ki sorun sindirimde. Cevizli sucuk ve diğer yediklerim hafif de olsa bir sindirim sorunu yaratmış ve koşmamı engelliyordu. Biraz daha yürüyerek devam edince bu sefer de boşaltım vaktinin geldiği anlaşıldı :) . Tabii bu arada 1-2 kere de oturup dinlendim, vs. Ve bu süre zarfında arkadan gelen 4-5 kişi geçti. Bir süre boşaltım için kuytu yer aradıktan sonra sonunda buldum ve işi tamamladım, bu arada 2-3 kişi daha geçmişti, neyse ki beni görmeden :) . Bir süre daha yürüdükten sonra tekrar koşabildiğimi farkettim ve rahatladım biraz. 4. istasyona çok geç de olsa koşarak ulaşabildim. Bu arada zaman zaman yoldan zaman zamansa doğrudan yardırmalar şeklinde devam ediyorduk.
    Burak İlter - 80k
    4. istasyonda dersimi almış olarak hiç yiyecek almadım. Bu tip yarışlarda fazla lifli gıda tüketmemek gerektiği dersini almıştım artık. Sadece suları doldurdum ve birini elektrolitledim yine. İstasyondaki gönüllünün yiyecek ister misiniz sorusuna “hayır, çok fazla yediğim için son istasyondan bu yana sorun yaşıyorum” diye cevap verdim. O da gülerek, “bunu duymak da bizim açımızdan iyi” dedi :) . Yani beslenme konusunda yeterli destek vardı. Ama fazla beslenmek de doğru değildi işte. 4’ten sonra 5’e giderken, önceki tempoya geri döndüm. Yani dikçe yokuşları yürü, düz ve inişi koş. Fakat bir yerde dalgınlıkla yardırma yerini görmeyip yoldan devam ettim. 1,5-2 km kadar gittikten sonra bir sapağa gelip her iki tarafta da işaret göremeyince yarış kâğıdını çıkarıp bilgileri okudum ve kaçırdığımı anladım ve geri döndüm. Ama tabii bu dönüş zaten bozulmuş olan moralimi daha da bozdu, koşmayı denemedim bile, sallanarak yürüdüm ve buldum yeri. Yer kırmız bir okla çok açık olarak işaretliydi tabii. Tamamen benim dalgınlığım sonucu 4 km kadar boşuna mesafe yapmıştım. Geri bulduğum bu yoldan inip çıkarken ayaklarımın kayalara çarpması sonucu ayak tırnaklarım acımaya başladı. Buradan anladım ki ayakkabı seçimim bu yarış için uygun değildi. Toplam parkurun 4’te bir kadarı taşlık-kayalık-otluk yerlerden yardırma olduğu için burun desteği olmayan bir ayakkabı buraya çok uymuyordu. Tabii, artık bu konuda da yapacak bir şey yoktu. Alınan derslere bir ekleme daha sadece. Haa, bir alınan ders daha: koşucu şortum hafiften pişik şeklinde rahatsızlık vermeye başlamıştı. Bir dahaki sefer, kesinlikle taytla koşmak gerek. Sürekli yürüdüğüm ve ayaklarım acıdığı için yavaşladığımdan 2 kişi daha geldi arkadan. İkincisinin Cenk olduğunu görünce sevindim. O da inişte dizleri acıdığından batonla yürüyordu. Benim de sağ dizim hafif zorlanmaya başlamıştı zaten. 5’e kadar Cenk’le yarış parkurunun DASK’la benzerliğinden, ortak arkadaşlardan bahsederek yürüdük ve orada ben biraz dinlenmeye karar verdim. Dinlenecek ve sonrasında koşup koşamayacağımı görecektim. Belki böylece diz ağrısı geçebilirdi. Dinlenmeden sonra koşamasam bile yürüyerek devam edecektim. Bu arada 5’ten hemen önce Burçak da yetişip bizi geçti. Gayet dinç görünüyordu. Cenk’e beraber çıkalım teklifini yaptım ama çıkma teklifimi reddederek :) “bu acı bir an önce bitsin istiyorum” diyerek devam etti. Burçak, burada bırakma, bir sonraki istasyonda Murat bekliyor, gerekirse orada bırakırsın dedi. Hâlbuki benim bırakmak aklıma bile gelmemişti :) (henüz) 2-3 dakika sonra ben Burçak’la başladım.
    Testi yaptım ve dizimin koşmaya izin vermediğini gördüm :( . Neyse, sorun değil dedim. Al Bundy’nin meşhur lafını hatırlayarak “Bundys are losers not quitters” dedim. Yürüyerek de bitirebilirdim yarışı, altı üstü 27 km kalmıştı. Burçak’a koşamadığımı ve devam etmesini söyleyerek yürümeye devam ettim. Burçak kontrol noktası 7’de duran batonlardan birini bana ayırabileceğini söyledi. Fakat ben daha önce hayatımda hiç baton kullanmamış olduğum için reddettim. İyi ki de reddetmişim çünkü oraya gelme şansını zaten bulamayacakmışım. Uzunca bir süre yürüdüm, buralarda artık biraz açık araziden geçiliyordu ve güneş daha zorlayıcıydı. Buralarda mp3 çaları da takarak “power metal” dinlemeye başladım, belki de bu biraz gaz verir düşüncesiyle. Bu uzun yürüyüş sırasında arkadan gelen 3-4 kişi daha geçince rahatladım ve “lanterne rouge”a (Fransa Turu’nun sonuncusu için kullanılan tabir) emin adımlarla yürümeye devam ettim :) . Yaşasın DFL (dead f…ing last) olacağım, diyerek kendimi eğlendirerek yürüdüm, yürüdüm. Ve fakat sonunda dizim yürürken de zorlanmaya başladı. Bu zorlama tempomu o kadar düşürdü ki sanırsınız yarışta değilim de sokakta hava almaya çıkmışım. Artık bırakmak zorunlu hale gelmişti. Bırakmazsam zorlanan dizim sakat hale gelecek ve uzunca bir süre spor yapamayacaktım. Bilirsiniz, spor meraklıları için sakatlık/hastalık kadar kötü bir şey yok. Zaten kışın zatürre nedeniyle 2,5 ay spor yapamamıştım, böyle bir şeyi tekrar göze alamazdım. 6’ya varınca bırakmaya karar verdim. 6. istasyon göründüğü zaman farkettim ki yoldan da gitmek mümkün olmasına rağmen öyle bir yardırma yeri belirlenmişti ki, yer yer elleri de kullanarak (denge için) tırmanmak gerekiyordu. Zaten zor yürüdüğümden bu tırmanışı da oflaya puflaya yaptım ve istasyonda kendimi yere attım. 62 km sonunda pes etmek zorunda kalmıştım.
    Doğru yaptıklarım:
    1. Yarış boyunca 3 paket elektrolit tükettim, düzenli aralıklarla. Bu yüzden el-ayak şişmesi veya başka bir sorun yaşamadım.
    2. Su tüketimim uygundu, sürekli içtim. 2 kere çiş yapmak durumunda kaldım. Dehidre duruma düşmedim.
    3. İnce ve parmaklı bir alt katman çorap, üstüne de özel ter emici çorap giymiştim. Özellikle alt katman çorabı iyice çekerek tam oturtmaya dikkat ettim giyerken. Bu sayede ayaklarım hep kuru kaldı ve su toplaması gibi bir durum oluşmadı.
    4. Ayak tırnaklarımı iyi kesip törpülemiş olmam da su toplamanın önüne geçti.
    5. Mert’in tavsiyesi üzerine aldığım vücuda yapışan kısa kollu kıyafet hem üst vücuttaki sürtünmeyi engelledi hem de kolay ter attı.
    6. Yine Mert’ten almış olduğum çanta hem hacim hem de kullanım açısından çok idealdi.
    Yanlış yaptıklarım:
    1. Yeterince antrenman yapmış olsaydım diz ağrısı olmayacaktı. Daha uzun ve tutarlı bir antrenman dönemi şart. Böyle bir yarışa toplam 5 haftalık bir antrenmanla katılıyordum, öncesinde aylarca spor yapmamıştım. Üstelik yarıştan önceki 3 hafta da iş yoğunluğundan yine minimal spor yapabildim. Yani 8 haftanın 5’inde antrenman yapmış, 3 hafta yine yatmıştım. Sonuç sürpriz değil.
    2. Arazinin bu kadar vahşi olduğunu önceden öğrenip daha sert uçlu ve tabanlı bir ayakkabı seçmek daha iyi olurdu.
    3. Sindirim/boşaltım ihtiyacı oluşturacak gıdaları az almak gerekiyormuş. Bunu tecrübeyle öğrenmiş oldum.
    4. Şort yerine taytla veya bazılarının yaptığı gibi şort altına taytla koşmak daha iyi bir fikir sürtünmeyi engellemek için.
    ***
    Not: Aynı yarışta birinci olan Aykut Çelikbaş’ın detaylı raporunu da (ingilizce) okumanızı öneririm.

     
  • Çayırova Yarı Maratonu ve 10K – 2013
    May 30, 2013
    Çayırova yarı maratonu finishİznik Ultra‘dan beri bir koşu yarışına katılmayı planlamıyordum. Aklıma hiç bir plan yoktu. Aslına bakarsanız başka bir dalda da bir yarış planım veya programım yoktu (hala da yok). Sadece yaklaşan birkaç triatlon yarışına daha fazla deneyim kazanmak üzere bitirme hedefiyle katılırım diye düşünüyordum. Arkadaşlarımızdan biri İznik sonrası koşu konusunda motive olunca hızla çalışmaya koyuldu ve hedef olarak Çayırova 10K yarışını benimsedi. Benden ve eşimden de kendisine eşlik etmemizi istedi. Bu davet üzerine Çayırova Yarı Maratonu ve 10K yarışının 3 senedir koşulduğunu ve benim halen bu yarışa katılmamış olduğumu anımsadım. Madem eşlik etmemiz istendi o zaman gidip koşalım dedik ve kaydımızı yaptırdık. Kayıt yaptırmama rağmen yarı maratona yönelik antrenmanlar yapmadım. Hedef yarışım değildi, sadece yarışı, organizasyonu, parkuru görmeye gidecektim.

    Yarışın olduğu hafta sonu (25-26 Mayıs) cumartesi günü otobüsle İstanbul’a ulaştık. Yarış Anadolu yakasında, hatta Gebze tarafında olduğundan o tarafta kalmak doğru olacaktı. Otel arayışındayken Bostancı’da oturan bir arkadaşımız evinde kalabileceğimizi söyleyerek bizi davet etti, biz de kabul ettik (misafirperverliği için Duygun’a yeniden teşekkür ederim). O gün akşamüzeri Caddebostan sahilinde biraz gezindik. Ertesi gün düzenlenecek olan Red Bull Uçuş Günü için hazırlıklar yoğun şekilde devam ediyordu. Biz de belki yarıştan sonra gelip etkinliği izleriz diye düşündük (ertesi gün o bölgedeki mahşeri kalabalık ve sıcak hava yüzünden bu düşüncemizden vazgeçtik). Pazar günü sabah 7:15 gibi evden çıkıp E5′ten geçen Harem-Gebze dolmuşuna bindik. 45-50 dakika civarı süren bir yolculukla Çayırova’ya ulaştık. Dolmuştan iner inmez ısınmakta olan koşucuları gördük ve onları takip ederek 6-7 dakikada başlangıç noktasına kolayca ulaştık.
    Çayırova Yarı Maratonu ve 10K yarışı Kocaeli’ne bağlı Çayırova belediyesi sınırları içinde cadde ve sokaklardan oluşan bir parkurda koşuluyor. Başlangıç noktası ve kayıt noktaları da dar bir caddede kurulmuştu. Yarış için epey hazırlık yapılmış olduğu görünüyordu. Balonlar, bayraklar, izleyiciler (özellikle protokol) için hazırlanmış küçük tribün gibi bir sürü detaya emek harcanmış. Kayıt alanı bir kafenin bahçesinde kurulmuştu. Göğüs numarası dağıtımı önceden yapılamadığından sabah çok yoğun olacağını düşünmüştüm ama hızlı çalışan bir ekip sayesinde bu iş tıkır tıkır işliyordu. Göğüs numarasını ve çipi alıp hazırlıklarımı tamamladım. Başlangıç alanının darlığı biraz kalabalık bir ortam oluşmasına neden olmuştu, o nedenle çevreyi çok göremedim ve fotoğraflayamadım. Birçok yarışta görmeye alıştığımız Osman Atakan Tekin Çayırova’ya da gelmişti. Başlangıç öncesi elinde mikrofon halkla ve sporcularla konuşuyordu. Ardından mülki erkân hiyerarşiye göre mikrofon başına geçtiler. Konuşmalarında hepsi az çok spor yaptığından bahsetti. Hatta hangisi olduğunu anımsamıyorum ama biri sabah erken saatte düzenlenen 3K halk koşusunda koşmuş, ondan bahsetti. Bu seremoniler tamamlanınca saat 9:00′da start verildi. Tabii öncesinde yaşanan ve artık bir klasik halini alan koşucuları başlangıç çip okuyucusundan uzaklaştırma çabaları, kalabalığı geriye doğru ilerlemeye zorlama çalışmaları yine gerçekleştirildi ama işin o kısmına çok odaklanmak istemiyorum.
    Çayırova yarı maratonu start öncesi
    İstanbul’a gitmeden önce en son baktığımda kayıtlar 3250 kişiyi bulmuştu (yaklaşık 1250 yarı maraton, 2000 10K). Ücretli yarışlarda bile katılım %70-80 civarlarında olurken Çayırova gibi ücretsiz kayıt yaptırılan yarışlarda bu oranın %50 civarında olduğunu biliyordum. Böyle olsa bile 1600-1700 kişilik başlangıcın o dar alanda çok kolay olmayacağı açıktı. Bu yüzden birlikte koşmayı kararlaştırdığımız arkadaşım Erkal’la kalabalığın en arkasına geçtik. Nasılsa çipli bir yarıştı, derecemizi net görebilecektik. Ayrıca en arkadan başlayıp yarışın başında çok sayıda koşucuyu geçmek biraz da motivasyon sağlar diye düşündük. Start verildikten yaklaşık 3 dakika sonra başlangıç çizgisinden geçerek yarışa başladık.
    Çayırova parkurunun inişli çıkışlı olduğunu duymuş hatta Garmin Connect verilerinden eğim grafiğini de incelemiştim. Ama ne dinlemek ne de grafik incelemek deneyimlemenin yerini tutmuyor. Bir parkurda koşmanın ne demek olduğunu gerçekten orada koşmadan bilemiyor insan. Yarışın başlangıcında hafif bir tırmanış var, bu da bitişin güzel olacağı müjdesini veriyor ama hemen sonra ciddi bir inişle karşılaşıyorsunuz. Haliyle bu da yarışın sonlarında zorlayıcı bir çıkışın sizi beklediğine işaret ediyor. Sonrasında hafif ama uzun iniş ve çıkışlar sürekli devam ediyor. Bazı noktalarda yol dümdüz olduğundan ileriyi çok açık görebiliyorsunuz. Mesela 6-7 km civarında kafayı kaldırıp karşıya bakınca yokuşta dizilmiş koşucuları görmek çok iç açıcı olmuyor. Bazı noktalarda yokuşun tepesinde yol sağa veya sola döndüğünden ileriyi kestiremiyorsunuz, dönüşü geçer geçmez tırmanışın devam ettiğini görmek bazen yılgınlık verebiliyor. Ama bunun tersinin olduğu durumlar da oldu, bir yerden sert bir dönüşle sola döndüğümüzde önümüzde uzun bir iniş gördük ve sevindik. Erkal’la bu yarışta hedefi tutturmanın inişlerde mümkün olduğunca hızlanmaya bağlı olduğunu konuştuk. Gerçekten de yükselişler çok dik olmasa da uzun sürdüğünden hızı epey düşürüyor. Bu nedenle aklınızdaki ortalama hıza ulaşmanın tek yolu eklemleri çok yıpratmadan inişlerde hızlanmak. Tüm parkur asfalt ve biraz da arnavut kaldırımından oluştuğundan inişleri hızlı yaparken dikkatli olmak gerekiyor.
    Parkurda ilgi çekici hiçbir şey yok. Sıkıcı caddeler, kavşaklar ve kaldırımlar. Manzara veya başka bir beklentiniz olmasın. Keyifsiz bir parkur. Mayıs ayı olması nedeniyle sıcaklık da fazla oluyor. Bu nedenle yarı maraton koşacaksanız sabırlı olmaya, koşuya odaklanmaya mecbursunuz. Biz de tam olarak öyle yaptık. Aklımızda 4:30 pace ile koşmak vardı. Çıkışlarda 5:00′ın üzerine çıktığımız anlar oldu ama inişlerde de 4:00′ün altında koştuğumuz zamanlar da oldu. Benim inişlerde yeterince hızlanamamak gibi bir eksiğim var. Geçen sene Kapadokya’da RFC’de de bunu net bir şekilde görmüştüm. Geçtiğimiz dönemde bu konuda biraz çalıştım ama görünen o ki daha çalışmam gerekiyor. Çünkü inişlerde Erkal hep öne geçti ve aramız açıldı. Neyse ki tırmanışlarda da çok yavaşlamamak gibi bir özelliğim var. Bu nedenle yükselirken de ben Erkal’a yeniden yetiştim. Böyle böyle 20K’yı geçtik. Sona gelirken o dik tırmanışta herkesin çok yavaşladığını gördüm. Sıcaktan çok bunaldığımdan ben de bir an, birkaç adım yürüdüm ama sonra ritmimi yeniden yakaladım ve arayı epey açmış olan Erkal’a yetiştim. Bitişe doğru iyice hızlanıp 1:36:36 süresinde yarışı tamamladık.
    Çayırova yarı maratonu
    Yarışın en güzel özelliği çok sayıda (gerçekten gerekenden de çok) su istasyonu bulunmasıydı. Böyle bir parkurda ve havada koşuculara çok faydası dokunduğunu düşünüyorum. İstasyonlarda su ve ıslak kauçuk vardı. Meyve görmedim ama yoktu diyemiyorum, emin değilim. İstasyonlarda çalışan gönüllüler canla başla çabalıyorlardı. Sular, kapaklı 300cc’lik pet şişelerde verildi (gönüllüler kapaklarını açıp veriyorlardı). Büyük olmadıklarından çok boşa giden olmadı sanırım. Daha yavaş koşanlar için (parkurda daha uzun kalacaklarından dolayı) belki son birkaç istasyonda enerji içeceği olması iyi olabilirdi. Ben eksikliğini hissetmedim.
    Çayırova Belediyesi yarışın sonucunu şöyle duyurmuş: “17 ülkeden, 59 ilden 7 bini aşkın kişinin katıldığı Uluslararası Çayırova Yarı Maratonu 4. kez koşuldu. Yarı maratonda erkeklerde birinciliği Etiyopya’lı atlet Negari Getachew Terfa kazanırken, kadınlarda yine Etiyopyalı atlet Chaltu Tafa Waka kazandı… Uluslararası Çayırova Yarı Maratonu koşuldu. Bu yıl 4.’sü düzenlenen ve her yıl giderek artan katılımcı sayısı ile Türkiye’de 3. uluslararası koşu olan Çayırova Yarı Maratonu 3K halk koşusu, 10K Çayırova koşusu ve 21K yarı maraton ile tamamlandı. 7 bini aşkın kişinin katılımı ile gerçekleştirilen koşuda 7’den 70’e herkes koştu.” Halk koşusuyla beraber 7000 kişi olmuş olabilir ama yarı maratonda 667 (616 erkek 51 kadın), 10K’da ise 1070 (903 erkek 167 kadın) kişi start almış; yani toplam 1737 kişi. 10K birincisi 29:39, yarı maraton birincisi ise 1:03:20 ile bitirmiş (tüm sonuçlar). Biz parkur zorlayıcı diyoruz ama bu atletler pek etkilenmiş görünmüyorlar. Ya da belki daha düz bir parkurda, 28:30 ve 1:01:00 gibi dereceler koşabilecek yetenekler gelmiş.
    Bence katılım epey iyi, sonuçlar güzel. Bir daha koşar mıyım; sanmıyorum. Çok iyi niyetle ve bol çabayla güzel bir yarış hazırlanmış ama parkur çekici değil. Zaten İstanbul’u sevmeyen biri olarak bir de uzak caddelerinde böyle bir yarış koşmak çok ilgimi çekmiyor. Hafif iniş çıkışlı bir parkurda İstanbul’a yakın bir yarı maraton koşmak isteyenler faydalanabilirler. Yarışı organize eden ekipte, koşu yarışlarında çektiği ve paylaştığı fotoğraflarla tanınan Abdülkadir Yeşilyurt’un da bulunması bu yarışı bir fotoğraf çılgınlığına dönüştürdü. ÇAFSAD’dan birçok fotoğrafçı parkur boyunca herkesin çok sayıda fotoğrafını çekti. Facebook’ta on binden fazla fotoğraf paylaşıldı. Bence biraz ipin ucu kaçtı ama olsun, koşucular yarış sırasında fotoğraflanmayı ve çekilmiş bu fotoğrafları sergilemeyi severler. Bir de böyle bedava olunca sanırım herkesin çok hoşuna gitti.
    Not: İlk iki fotoğraf eşim Başak Gürbüz Derman‘a ait. Sonuncusu ise ÇAFSAD’dan Abdullah Pehlivan tarafından çekilmiş.

     
  • Malum minimalist ayakkabı konusu
    May 17, 2013
    sahilde ayakkabılarGeçtiğimiz hafta Runner’s World sitesinde, koşu ayakkabısı sektörünü izleyen bir kuruluşun 2013 ilk çeyreği hakkındaki raporları ile ilgili bir yazı yayınlandı. Yazıya göre kuruluşun raporunda koşu ayakkabısı satışları bu çeyrekte %7-9 civarı artmış, özellikle de motion control (%25) ve stability (%10) kategorisindekiler bu artışa etki etmiş. Bu yükselişe negatif etkisi olan kategori ise minimalist kategorisiymiş ki aşağı yukarı %12-14 civarı bir düşüş yaşanmış. Raporu yazanların yorumu ise şu olmuş; “görünen o ki bu modanın da sonu geldi”.
    Bu blogu takip edenler bilir, minimalist koşu ayakkabıları konusuna ben de ilgiliyim. Bu konuda çokça şey yazdım. Bu nedenle rapor ve sonrasında konuşulanlarla ilgili ben de birkaç satır yazmak istedim.

    Öncelikle bu istatistiklerin/sonuçların normal olduğunu düşünüyorum. Bunu, parlayan ve sonrasında sönüp biten bir moda gibi değil yeni eklenen bir seçeneğin kendi normal büyüklüğüne ulaşırken çizdiği salınımlı bir grafik olarak yorumluyorum. Bu seçenek (minimalist kategori) Born To Run kitabının satışlarının patlaması sonrasında ortaya çıktı. Kitabın çıkışını 2009 dersek 2011 ve 2012 patlamanın en üst noktasıydı denilebilir. 2009 ve 2010′da çıplak ayak koşu ve minimal ayakkabı meraklısı çok sayıda insan çıktı ön plana. İnternetteki siteleri ve yazdıklarıyla, yeni seçimlerinin başarılarını çokça duyduk. Yalan değildi, gerçekten bu seçenek işlerine yaramıştı. Ama buradaki asıl sorun, seçeneğin işe yaramadığı durumlar gürültünün içinde pek duyulmadı. 2011 ve 2012′de büyük firmalar bu işe el attı ve çok sayıda alternatif model çıkarttı. Artık herkes minimalist ayakkabılara kolayca ulaşabiliyor ve geniş bir yelpazede yer alan çok sayıda model arasından kendine deneyecek bir tane bulabiliyordu. Sık sakatlanan birçok koşucu acaba çare bu mu diyerek hızla bu yeni seçeneğe sarıldı. Bunların büyük çoğunluğu yine sakatlandı. Çünkü (1) zaten sık sakatlanmalarının nedeni belki de ayakkabı seçimleri değil başka bir şeydi ve/veya (2) bu seçeneğe çok “hızlı” sarıldılar. Aklı başında birçok insan minimalist ayakkabılar hakkında şunları sık sık dile getirmişti oysaki:
    -Minimalist ayakkabı (veya çıplak ayakla koşu) her derdin devası (gümüş kurşun) değil
    -Minimalizme geçiş çok yavaş yapılmalı belki de ilk koşmaya başlıyormuş gibi davranmalı
    -Denediğiniz ilk minimalist ayakkabı belki de sizin için uygun olmayacak, başka seçenekleri de hesaba katmalısınız
    -Belki de bu kategori size uygun değil, hiçbir zaman bunlarla rahat ve sakatlıksız koşamayabilirsiniz
    Vibram FF
    Herkes çıplak ayakla veya Vibram FFlerle koşamayınca konvansiyonel ayakkabılarla çorap gibi ayakkabılar arasında yeni seçenekler türedi. Esnek ama destekli, topuk farkı az ama hafif de olsa kontrollü, sıfır topuk farkına sahip ama bol yastıklamalı vb. çok sayıda seçenek piyasaya çıktı. Aslında bu, “ille de iki uçtan birinde olmak zorunda değilsiniz ortada bir yerde buluşabiliriz” demekti bence. Koşucuları bir çan eğrisi şeklinde düşünürsek iki uçta da az sayıda insandan oluşan birer grup olduğunu görebiliriz. Yani çıplak ayakla veya çorap gibi ayakkabılarla çok rahat, hızlı ve sakatlıksız koşabilenler veya ağır, yüksek topuklu ve bol destekli ayakkabılar olmadan koşamayanlar. Asıl büyük çoğunluğun ortada yer aldığı su götürmez. Herkes, kendine uygun seçimin, ortaya yeni çıkan bu yelpazenin neresinde olduğunu, okuyarak, araştırarak, destek alarak ve en nihayetinde deneyimleyerek bulacak.
    “Basış kontrolü ve yastıklama çok önemlidir onlar olmadan herkes sakatlanır” cümlesinin yanlış olduğu savıyla ortaya çıkanlar benzer bir yanılgıya düştüler. Onlar da “yastıklama, destek ve kontrol çok kötüdür, onlar olduğu sürece herkes sakatlanır” dediler. Oysa bu tür yaklaşımlar her konuda olduğu gibi burada da yanlış. İnsan fizyolojisinin ve insan ayağının biyomekaniği o kadar karmaşık ve o kadar kişiye özel ki bu genellemeler çok tehlikeli.
    Öte yandan “gördünüz mü minimalist akımın yanlışlığı ortaya çıktı o yüzden satışlar düştü” demek de çok yanlış. Bu bir sinüs eğrisi gibi salınacak ve kendi çizgisini bulacak diye düşünüyorum. Zaten artık grafikte iki çizgi yok, onlarca çizgi var. Her biri kendi eğimlerini bulup orada kalacak. Konvansiyonel ayakkabılar, geçmişlerinden, şu anki baskın durumlarından ve koşuya yeni başlayanlara önerildiklerinden dolayı muhtemelen her zaman en büyük paya sahip olacak. Diğerleri de ortadan kalkmayacak. Her koşucu kendisi için doğrunun hangisi olduğunu fark ettiğinde grafik yerli yerine oturacak.
    Brooks Beast
    Dün, salgın hastalıklarla ilgili bir belgesel izliyordum. Salgınların sonuçları incelendiğinde, günümüz dünyasında, veba paniğinin toplumlara ve dünyaya vebadan çok daha büyük zarar verebildiği görülmüş. 1994′de Hindistan’daki salgında ölü sayısı sadece 10′lu rakamlardayken paniğin yol açtığı zarar (sadece Hindistan’da değil birçok ülkede- diğer ülkelerde Hindistan’dan kaçan insanlara uygulanan kontrol ve karantina işlemleri nedeniyle) milyonlarca dolara ulaşmış. İzlerken aklıma minimalist ayakkabı akımı geldi. Bence insanların benzer davranışlarından dolayı minimalist akım normalde verebileceğinden çok daha fazla zarar verdi koşucu topluluğuna. Hindistan’da insanlar sağduyu ile sakince yapılması gerekenleri yapsalarmış ölü sayısı yine aynı kalıp bu kadar büyük ekonomik zarar olmayacakmış. Koşucular da sağduyulu davranıp ilk okudukları “ayakkabısız koştum ve sakatlığım düzeldi” makalesinden sonra Brooks Beast’lerini çıkarıp Vibram FF giyinerek 15 km koşmasalardı, bunun yerine okuyup, araştırıp, destek alıp, yavaşça deneyimleyerek doğruyu bulsalardı bu kadar tantana olmayacaktı.
    Sizler bu konuda ne düşünüyorsunuz merak ediyorum. Lütfen yorumlar bölümünde paylaşın.
    Not: Yazının en üstündeki küçük fotoğraf eşim Başak Gürbüz Derman tarafından çekilmiştir.

     
  • Saucony Virrata İncelemesi
    May 12, 2013
    Saucony VirrataAğır, kalın tabanlı ve topuk farkı çok fazla olan ayakkabılardansa daha hafif, esnek ve topuk farkı düşük ayakkabıları tercih ediyorum. Daha önceki ayakkabı incelemelerimi ve ayakkabılar üzerine yazdığım birkaçyazıyı okuyanlar bu eğilimimi fark etmişlerdir. Saucony’nin bu kategorideki en çok satan model serisi olan Kinvara‘yı epey kullandım. İçinde yarı ve tam maraton koştum. Üçüncü nesli ile bir de triatlon koşu bölümü tamamladım. Kinvara benim koşu tarzıma ve ayak yapıma çok uygun. Bir inceleme yazısında da onun kuzeni hakkında bir şeyler yazmak istedim.

    Saucony’nin minimalist ayakkabı kategorisinde Kinvara ve Hattori arasında bir boşluk vardı. Kinvara 4 mm topuk farkı ve yeterli yastıklama ile geçiş için ideal bir modelken, Hattori tam bir “çıplak ayak” (barefoot) ayakkabıydı. Bu tabir bana çok komik geliyor ama bu şekilde kullanılıyor ne yazık ki. Hattori bir çorap gibi ayağı sarıyor, sıfır topuk farkı var ve yere çok yakın (13 mm). İşte bu ikisi arasındaki boşluğu dolduracak bir model olarak Saucony Virrata’yı duyurmuştu. 2013′ün ocak şubat aylarında Amerika’da mağazalarda ortaya çıkacağını bildiğimden Türkiye’ye ancak yazın gelir diye düşünüyordum. Geyik Koşuları’nın ikincisi için mart ayında İstanbul’a gitmişken yeni açılan Outrunner‘ı görmek istedim. Aklımda hiç ayakkabı almak yoktu. Mağazaya girer girmez Virrata’yı gördüm ve çok şaşırdım. Sevgili Selçuk’a şaşkınlığımı dile getirdiğimde denemek isteyip istemediğimi sordu. Tabii ki denemek istiyordum. Hemen iki ayağıma birden giyip denedim. İlk intiba çok iyiydi ama değerlendirmem için koşmam gerekiyordu. Selçuk, “bu ayakkabıyı denemeni, giymeni ve değerlendirmeni isterim” deyip bir çift hediye etti. Ne kadar teşekkür etsem azdır.
    Bilgi: Bu incelemeye konu olan ürün satıcısı tarafından bana hediye edilmiştir. Tüm görüş ve fikirler bana aittir. Yazı tamamıyla kendi deneyimlerimin özetidir. Ne ölçtüysem veya deneyimlediysem olduğu gibi yazdım.
    Saucony Virrata
    Virrata’yı evde incelediğimde ilk fark ettiğim şey Kinvara ile olan inanılmaz benzerlikleriydi. Biraz daha detaya indiğimde ise aslında bazı temel farklılıkları olduğunu gördüm. Bu yüzden yazının başında “kuzen” tabirini kullandım. Şu sıralar sık kullandığım için Kinvara 3 ile karşılaştırmam da kolay oldu. Virrata çok farklı renk kombinasyonları ile üretilmiş ama internette gördüklerimin neredeyse tamamı benimki gibi siyah yeşil olandandı. Virrata’nın üst kısmı da Kinvara gibi çift kat ve ilk kattan alttaki katı rahatlıkla görebiliyorsunuz. Dıştaki katman biraz sertçe, plastiksi bir yapıda. İçteki ise yumuşak ve ayağı rahatsız etmiyor. Üst kısımda herhangi bir kontrol mekanizması yok. Kinvara gibi yumuşak ve ayağı saran bir yapısı var. Dili çok ince ama ipleri sıkınca herhangi bir rahatsızlık vermiyor. İpler birçok ayakkabıda ve Kinvara 3′te olduğu gibi üst kısma açılmış deliklerden değil üst kısma iliştirilmiş kumaş uzantılardan geçiyor. Deliklerden geçen ipler ayakkabıyı sıkıştırdığınızda, aşağı doğru çekmeden dolayı tam da bu deliklerin olduğu yerlerde daha fazla sıkar. Virrata’daki gibi olan sistemde ise iki tarafı birbirine doğru çektiğinden genel bir sıkılaşma sağlanabilir. Bu çok bilimsel veya bir yerlerden okuduğum bir şey değil, ben böyle hissediyor ve fark ediyorum. Farklı koşucular farklı bağlama sistemlerinde rahat ediyorlardır. Ben Virrata’daki yapıyı daha kullanışlı ve rahat buluyorum.
    Virrata, sıfır topuk farkı olan bir tabana sahip. Önde de topukta da 17 mm yükseklikte. Tabanı neredeyse tamamıyla EVO, yani çok çok yumuşak. Elinizle bastırdığınızda bile bunu kolayca anlayabilirsiniz. Ayrıca Kinvara’dan farklı olarak tüm taban üçgen parçalardan oluşuyor. Kinvara’nın da tabanının bunlara benzer üçgenlerden vardı fakat hem sadece ön kısmında hem de çok daha ince. Virrata’nın tabanındakiler oldukça şişkin yapıdalar. Hem çok yumuşak bir malzemeden olması hem de bu yapısı nedeniyle net bir biçimde hissedilen ciddi bir yastıklama sağlıyor. Eğer tabanda az da olsa sertlik, katılık olmalı diyenlerdenseniz Virrata size uymayacak. Ama “topuk farkı 4 mm bile olsa canımı sıkıyor, basışımı etkiliyor istemiyorum, yastıklamadan da vazgeçemiyorum” diyorsanız işte ayakkabınız bu.
    Saucony Virrata
    Taban malzemesinin hafifliğinden ve dış tabanının çok az (topuğun dış kısmında ve tam başparmağın altında biraz) olmasından mütevellit Virrata çok hafif. Saucony kendi sitesinde 9 numara için 184 gr demiş. Ben 11 numara giyiyorum. Bendeki Kinvara 3, 242 gr, yine benim kullandığım Virrata da 210 gr. 32 gr az gibi görünebilir ama %14 gibi bir fark demek ve ayakkabı için bu çok önemli bir fark. Zaten ayağınızdayken koştuğunuzda da hafiflik ilk dikkatinizi çeken özelliği oluyor. Tabii bu hafiflik beraberinde çabuk eskimeyi de getirebiliyor. Basışınıza göre bazı bölümlerin çok çabuk yıpranması kaçınılmaz ama eğer basışınız sürtünmeyi aza indiriyorsa yıpranma çok çabuk olmuyor. Averaj koşucu için konuşacak olursak bu tabanın ömrü çok uzun olmayabilir. Tabanla ilgili başka bir konu da parçalı yapısından dolayı çok esnek olması. Basış sırasında ayağınız rahatça eğilip bükülebiliyor. Ancak internette okuduğum bazı inceleme yazılarında bu parçalı yapının üçgenler arasında kalan derin bölümlerinden birinin tam ayak topunun (başparmağın bittiği yerdeki kısım) altına gelmesi durumunda rahatsızlık yarattığına dair görüşler var. Diğer bazı inceleme yazarları da bu durumun yanlış numara kullanımından kaynaklanabileceğini, yarım numaranın bile fark yaratabileceğini belirtmişler. Satın alırken denediğinizde bu detaya dikkat etmeniz faydalı olacaktır.
    Kinvara 3′ün topuk arkası, aşile denk gelen kısmı oldukça yüksek. Yani aşil çevresinde oldukça yukarı kadar devam ediyor. Virrata da ise bu durum yok. Bilek kısmı alçak. Bazı koşucular için bu detay oldukça önemli olduğundan bunun altını çizmek istedim. Ayrıca Kinvara 3′ün bilek kısmında yan bölümlerde içeride destekleyici minik yastıklar var. Bu minik yastıklar aşilin iki tarafındaki boşlukları dolduruyorlar ve yüksek bilek de eklenince oldukça sıkı sarıyor. Bu yastıklar Virrata’da yok. Bilek de alçak olunca ayağı daha da fazla rahat bırakıyor. Ben bu açıdan Virrata’yı daha rahat buldum ama fark benim için çok da büyük değil. İki ayakkabı ile de koşarken rahatım.
    Kinvara 3 ile aralarındaki bir fark da ayakkabının üstten bakıldığındaki yapısı. Kinvara 3 daha içe kavisli ve burun kısmı daha geniş. Aşağıdaki resimde net bir şekilde görebilirsiniz. Virrata ise daha düz bir yapıda. Burun kısmı da bir miktar dar. Ben Kinvara’nınki gibi burna sahip ayakkabılarla daha rahat ediyorum. Virrata’nın burun yapısının düz olduğunu ilk fark ettiğimde henüz koşuya çıkmamıştım. Biraz aklım karışmıştı, acaba bu burun rahatsızlık yaratacak mı diye endişelendim. Neyse ki şu ana kadar hiç sorun yaratmadı. Dış görüntüsü dar ve düz olsa da ayak içinde bunu hissetmiyor. Yukarı doğru da oldukça geniş olduğundan ayağın ön kısmı rahat ediyor.
    Virrata ve Kinvara
    Üstteki Kinvara3 alttaki Virrata
    Özetle, minimalist ayakkabılarla rahat ediyorsanız, esnek, topuk farkı olmayan ama bol yastıklama sağlayan bir ayakkabı arıyorsanız Virrata’yı deneyin derim. Denediğinizde de bilek yüksekliğine (düşük olmasına), bağlama sistemine ve burun kısmının düz oluşuna özel olarak dikkat edin. Ayağınızın yapısını ve neyle rahat ettiğinizi en iyi siz bilirsiniz. Burada verdiğim detaylara göre deneyip denememeye ve denerken neye dikkat edeceğinize karar verebilirsiniz.

     
Headlines by FeedBurner

------------------------------------------------------------------------------------------------------------

  • Özgürlüğe giden en keyifli yol: Yelken!
    July 22, 2013
    Yelken yapmak hep hayalimdir diyemeyeceğim ama aklımın bir köşesinde ‘Yapsam ne güzel olur!’ dediğim bir şeydi ve bugüne kadar önümde bulunan en büyük engel kalkıp da taa Kalamış’a gitmekti. Hillside’da bir yelken ekibi kurulduğu haberi ile de üşengeçliğimi bir kenara bırakmaya ve bu hayalimi gerçekleştirmeye karar verdim. 
    İlk derse hoşlanıp hoşlanmayacağımdan tam da emin olamayarak gittim. Tamam keyif insanıyım, teknede olmayı, yelkenleri açılıp süzülmeyi, elimde Rose şarap güneşlenip keyif yapmayı sevdiğimi biliyorum ama öncesinde gerçekleşecek o tüm uğraşları; yelkenleri aç, halatları topla, çek, at… sevecek miyim, emin değildim. 
    Sabah dokuz itibari ile Kalamış Marina’da buluştuk Sailing Team’imle, tanıştık, teknelere dağıldık ve bir saatlik teorik bir eğitimden sonra direk açılmaya başladık. İlk olarak teknede her şeyin adı farklı, ‘Kırmızı beyaz halatı biraz gevşet’ değil de, ‘Piyanoyu açıp Cenova yelken iskotasını biraz salıver’ diyorsunuz. Veya ‘Haydi şu tarafa doğru dönelim, herkes yerlerine’ değil de ‘Alesta tramola!’ diyorsunuz. Zaten yeni bir dil, kültür öğrenmeyi seven bir insanım, o nedenle ilk etapta yelken işinde de yeni bir dil, kültür öğrenme kısmı beni fethetti. Yaklaşık 1,5 ay süren temel yelken eğitiminde terimleri, rüzgarı, yelkenleri (ana yelken ve Cenova) açmayı, kapamayı, seyir şekillerini, istediğimiz yöne doğru gitmeyi, tekneyi kullanmayı, kavança ve tramola atmayı öğrendik. Ve ben yelken yapmaya bayıldım!  Daha 14 saatlik temel eğitimi yeni tamamlamamla beraber, aklımda  “Bir yelkenli alabilir miyim ilerde acaba?”, “sonra dünyayı gezsem, açılıp istediğim yere gitsem”… gibi fikirler belirmeye başladı bile.
    Deniz’de olmak ayrı bir deneyim. Dinginlik, sakinlik, sonsuzluk, özgürlük… bir kez başladınız mı içine çekiveriyor sizi.  İşte böyle bir şey yelken yapmak! 
    BuKızlar’ın Deniz Orbay’ı.
    Not: Ders almak isterseniz Cenoa Sailing’i tavsiye ederim, sonuçta yelken yapmak keyif işi, keyifli insanlarla yapmak lazım:)
    Kalamış Marina
    Münir Nurettin Selçuk Caddesi Kalamış, İstanbul
    info@cenoasailing.com
    image
    image
  • Asfalt bile eridi ben iyiyim
    July 8, 2013

    Dışarda koşmak için en sevdiğim zamanlar bahar ayları (çok uçuk ve şaşırtıcı bir tercih biliyorum). Yazın ve kışın genelde spor salonlarında oluyorum ama dışarda koşmanın keyfi de hiçbir yerde yok. Keyfe ek olarak oksijen alımı daha fazla olduğu için her zaman daha çok tavsiye ediliyor.
    Soğukta koşmak güneşte koşmaya göre daha kolay çünkü çözümü ilk çağdan beri var: Giyinmek. Üşüdün mü?: Montunu giy; daha mı soğuk? : E atkını da tak, bereyi de yanına al ne olur ne olmaz… Güneşte giyinsen bir dert, soyunsan daha da dert. Ha diyeceksiniz ki mecbur musun sıcakta koşmaya? : Evet!
    Hemen bir örnekle açıklayayım; Kişisel tercihim akşam saatlerinde spor yapmak olsa da, Bozcaada Maratonu bu sene kişisel tercihimi sormadan koşu düzenlemiş bulundu. Hem de en sevdiğim kavrulma saati olan saat 14:00’te. Aslında çocuğunun sırtından ter bezini eksik etmeyen Türk annelik geni kemiklerine kadar işlemiş biri olarak, kendi çapımda bazı önlemler almıştım: On bin faktör güneş kremi (ismini vermek istemediğim BuKızlar’ın en uzun üyesi gibi amele yanığı olmadım), koşmadan önce saçımı ıslatma (suyun buharlaşma hızı tahminimden daha fazlaymış) gibi ufak detaylarla aslında tedbirliydim.
    Önlemlerim işe yaradı da, fakat tabi ki daha neler yapılabilir konusu her zaman aklımdaydı. İnsanlar uzayda yaşamaya başlayacak nerdeyse,  heralde bugünkü teknoloji ile -çok memnun kaldığım- dri-fit kıyafetler gibi bunun için de bir kumaş icad edilmiştir düşüncesiyle biraz araştırmaya başladım, ve aradığımı buldum.  Geçen hafta koşarken denediğim Nike Miler Shirt (UPF 40+),  güneşten koruma özelliğiyle diğer kıyafetlerime nazaran sıcakta daha rahat koşmamı sağladı. Kıyefetin güneş koruması olması da etkiliyormuş, test edildi, onaylandı.
    Güneşte spor yapmanın (ve direnmenin J) iyice zorlaştığı bu sıcak havalarda ufak ufak önlemler büyük farklar yaratıyor. Bozcaada; seneye görüşürüz!
    BuKızların Asena’sı
    image
    image
  • Yogaseverlere Çakralarını Açmak İçin Alternatif Öneriler
    May 27, 2013

    Siz de bir yogaseverseniz işte açıkhavada daha keyifli bir şekilde yoga pratik edebileceğiniz farklı alternatifler.
    Meşe Ormanında Yoga Festivali
    Yoga Academy’nin 25-26 Mayıs tarihlerinde geniş bir meşe ormanının içinde Bolu Gazelle Resort&Spa Otel’de gerçekleştireceği yoğa festivali ile bahar yorgunluğunu atıp, sağlık dolu bir hafta sonu geçirebilirsiniz. 
    Kaz Dağlarında Yoga Keyfi
    Kaz Dağlarında yoga yapmanın ne kadar keyifli olacağını düşünebiliyor musunuz?Vucüdunu rahatlatacak yoga dersleri, meditasyon ve tertemiz dağ havası…Cihangir Yoga 2013 yılı için çok keyifli yoga kampları hazırlamış.
    Bir Yoga Klasiği
    41. İstanbul Müzik Festivali kapsamında gerçekleşecek bu sıradışı etkinlikte Şef Orçun Orçunsel yönetimindeki Orchestra’Sion konseri ve MAC’ın yoga eğitmenleri ile Boğaz manzarası eşliğinde benzersiz bir yoga deneyimi yaşayacaksınız…6 Haziran Perşembe saat 21:00’de MAC Bebeköy’de gerçekleşecek bu etkinliği kaçırmayın deriz.
    Mind&Body Festivali
    Mutlu ve sağlıklı yaşam konusunda uzmanlaşmış dünyaca ünlü eğitmenleri bir araya getiren MindBody Festival; iyi yaşam, sağlık, beslenme, kültür ve toplum alanlarına dokunan 3 günlük keşif ve deneyim fırsatı sunuyor.
    Bu 3 gün boyunca kendi programınızı dilediğiniz gibi yapabilirsiniz. Yoga, pilates, gyrotonic, tai chi, qi quong yapabilir dans edebilirsiniz. Doktorlar, filozoflar, tasavvuf ustaları ve refleksolojistlerle tanışabilirsiniz. Tantra, bioterapi, ayurveda ve beslenme hakkında bilgi edinebilirsiniz. Konuşmacıları, şarkıcıları, müzisyenleri dinleyebilirsiniz.
    Sağlıklı olmak bir yaşam tarzıdır…Siz de yaşam tarzınızı, 7-8-9 Haziran’da Santral İstanbul’da  gerçekleşecek MindBody Festival 2013’te bulun!
    Siddashram Yoga Kampı
    Hızlı geçen zamana karşı dengede kalmak, temiz hava, su ve sağlıklı besinlerle vücudunuzun ihtiyaçlarını karşılamak ve yaşamın doğrularına odaklanarak, doğru kararlar alabilmek için zamandan bir haftayı kendinize ayırın ve Siddashram Yoga Kampı için Alanya’ya gidin…

  • 2012-2013 BuKızlar Maratonu
    May 22, 2013

    Hayatın kendisi zaten bir yarış diyerek başladığımız BuKızlar maratonunun üzerinden tam bir sene geçti. Yoğun iş temposu olan ama sosyal yaşamdan ve spor yapmaktan da bir gram eksik kalmak istemeyen kahkahası yüksek, aktivitesi bol BuKızlar’ın bir senesi… 
    Başta Bozcaada Yarı Maratonu, Runİstanbul, Avrasya Maratonu, Geyik Koşuları gibi çeşitli koşu aktivitelerine katılarak başlattığımız “BuKızlar Nereye Koşuyor?” amatör sosyal spor gubumuz organizasyonlarda dikkat çekmeye ve merak edilmeye başlayınca kendi koşularımızı düzenlemeye başladık. Çarşamba ve Cuma sabahları soğuk, yağmur, kar demeden sahilde koştuk, iş öncesi sporumuzu yapmış olmanın verdiği huzur ve mutlulukla Starbukcs’da kahvelerimizi yudumladık. Haftasonları yine çamur, soğuk demeden, manda yoğurdu ve pekmezi eksik etmediğimiz kahvaltılarla son bulan, Belgrad Ormanı koşuları düzenledik. Bebek sahilde 8 Mart Dünya Kadınlar Günü Koşusu’nu, Caddebostan’da 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Spor ve Gençlik Bayramı Koşusu’nu koştuk. Sabahları herkes kalkamıyor dedik, iş çıkışı, sonu happy hourla biten akşam sahil koşularına başladık. 
    Sadece koşmakla yetinmedik BuKızlar ekibi olarak house dance, pole dance, yoga, spining gibi farklı spor derslerine de katıldık. Bir yandan koşu organizasyonlarına da sayısı artan BuKızlar’ımızla beraber katılmaya devam ettik. Runtalya’ya gittik hem koştuk hem de koşu sonrası denize girerek sezon açılışını yaptık, Reebok Realflex 11.1 Koşusu sayesinde Belgrad ormanında yeni rotalar keşfettik. Gittiğimiz spor kulüplerinin koşularına katıldık, Polonezköy, Kilyos, Aydos tepesi gibi yeni parkurlar öğrendik. Farklı koşular deneyimledik. Free run, kum koşusu, çamur koşusu…derken bir sene spor, enerji, aktivite, kahkaha, adrenalin ve BuKızlar’la dolu, dolu dolu geçti…
    https://mail.google.com/mail/u/0/images/cleardot.gif2012 Bozcaada Yarı Maratonun’da heyecan ve hevesle başlattığımız amatör sosyal spor grubumuza yeni BuKızlar’ın katılması, koşulardaki sayımızın ufak ufak olsa da artması bizi daha da motive ediyor ve daha da büyüyerek aynı heyecanla devam ediyoruz. Hayatı yakalamak için, sağlıklı olmak için, eğlendiğimiz için, fit olmak için, birbirimizi daha sık görmek için, yeni BuKızlar’la tanışmak için, daha çok kadını sosyal spor yaşamına katmak için, koşmanın zor olmadığını göstermek için, sevdiğimiz için ve daha saymakla bitmeyecek birçok neden için koşuyoruz…Nereye mi? Heryere :)
    BuKızlar.
    image
  • İyi ki doğdun BuKızlar (ve BuKızlar’ın Bozkurt’u)
    May 15, 2013
    BuKızlarla arkadaşlığımız, çok öncesine, BuKızlar Nereye Koşuyor’u kurmamız bundan bir sene öncesine dayanıyor.
    Bundan tam bir sene önce BuKızlar’ın Beste’sinin yoğun ısrarlarıyla arabaya doluşup düşmüştük Bozcaada yollarına. Hem koşar sporumuzu yaparız, hem de deniz, güneş, biraz şarap, güzel yemekler, keyifli sohbetler ve bol kahkaha ile kızkıza bir tatil… Bozcaada yolunda, kahkahalarımız, bir ara radara yakalanıp çevirmeye girmemizle bölündü. Çeviren polisin “Kadınların spor yaşamına katılımına destek vermek isteriz, size bu seferlik ceza yazmayalım” demesiyle neşemizi kesmeden devam ettik yolumuza. Koşu günü baktık herkesin üzerinde baskılı, logolu t-shirtler, herkes ayrı bir grup, takım… Dedik ki: “Bunlardan birine katılacağımıza biz neden kendi koşu grubumuzu kurmayalım?” Ve böylece tam koşu öncesinde tohumlarını atmış olduk BuKızlar fikrimizin. Facebook, Twitter, blog derken sosyal medya ve koşarken logolu t-shirlerimizi arkadan gören meraklı koşucular sağ olsun birçok kişiye ulaştık, adımızı duyurduk, koşular düzenledik ve koca bir seneyi spor dolu bir şekilde, hayatı yakalamak için her yere koşarak geride bıraktık.
    Bizim için bu nedenle yeri ayrı olan Bozcaada Yarı Maratonu’na bu sene logolu BuKızlar t-shirtlerimizle katıldık. Hepimiz bir önceki seneye göre çok daha iyi performans gösterdik ve geçen sene bir kısmını yürüyerek tamamladığımız yokuşlu, zor ve neden ısrarla güneşin en sıcak olduğu saat olan ikide yapıldığını anlayamadığımız koşuyu hiç durmadan bitirdik.
    https://mail.google.com/mail/u/0/images/cleardot.gifBozcaada’da hem BuKızlar’ın, hem de doğum gününü yanlış hatırlayıp sürpriz yapmaya çalıştığımız ve yanlış günde doğum gününü kutlayarak gerçekten şok edici bir sürpriz yaptığımız BuKızların Deniz Bozkurt’unun doğum gününü kutlamış olduk!
    Geride bıraktığımız bir sene boyunca birçok farklı parkurda koştuk, kendimiz koşular düzenledik, birçok markanın ve grubun organizasyonuna katıldık, farklı gruplarla koştuk ve artık bizde organizasyondan anlar, parkur seçer, yorum yapar hale geldik. Bozcaada Maratonu, bizim için yerinin ayrı olmasının yanında, inanılmaz manzaralarla dolu bir parkur olmasından dolayı da favorilerimiz arasında. Çıktığınız yokuşlara değen manzaralarla karşılaşıyorsunuz. J Bu sene organizasyonda da gelişmeler olmuş, vapurlara ek seferler konulmuş, daha organize işliyor her şey, tek eleştirimiz su istasyonlarının az olması ve suyun tüm koşuculara yetmemesi. Öğlen saat ikide yapılmaya devam edilecekse bu koşu belki biraz daha su desteği ile olmalı.
    BuKızlar olarak gelişmeyi, büyümeyi daha çok sosyal spor yaşamına ve aramıza katılacak BuKızlar’a ulaşmayı umuyoruz. İyi ki doğdun BuKızlar!
    BuKızlar.
    image
    image
    image
    image
    image
    image
  • Başlık Sizden Olsun
    April 26, 2013
    Ciddi sağlık sorunlarımla uğraşmaya başladığımda henüz 18 yaşındaydım. Ve yaklaşık 11 yıldır profesyonel voleybol oynuyordum. İlk yapmak zorunda olduğum şey sporu bırakmaktı maalesef. Uzun yıllar enerjisini hep spora kanalize etmiş biri olarak en zoru da hiç bir şey yapmamaktı. Üniversiteye yeni başlamıştım ama hayatımda bu yenilikten daha önemli bir şey daha vardı; uzun ve zahmetli bir tedavi süreci.
    Tedavinin yavaşlamasını iki yıl bekledikten sonra bu defa beni 5 yıl kendine esir edecek dans dersleri başladı. Gösteriler, yarışmalar  ve o ışıltılı kıyafetlerin yanında ağır kondisyon çalışmaları  gerektiren bir spor dalı olması (ben spor dalı diyorum) aslında beni o tılsımın içine alan tek unsurdu belki de. 2 yılın enerjisini bitmek bilmeyen bir tempoyla eritmeye çalıştığım günlerde bel fıtığımla tanıştım. Bir yandan diğer sağlık sorunum devam ederken şimdi bir de S bölgesindeki 3 fıtığımla mücadele etmeliydim. Bu sevgili fıtık beni sahalardan uzaklaştırmakla da kalmadı direk kırmızı kartla  diskalifiye etti. Sürekli gördüğüm ağır tedaviler, okulu bitirme çabaları derken artık spor yapmanın bana ışık yılı uzaklıkta olduğunu kabullenemiyordum. Yenilgi için erken ama fiziksel olarak da artık oldukça yorgun ve çaresizdim.
    İşte tam da bu sırada BuKızlar’ın Bestesi ile yollarımız bir reklam ajansında kesişti. Samimiyetimiz arttıkça onun sabahları ajansa spordan geldiğini dinlemek beni  takdir etmekle özenerek üzülmenin arasındaki ince çizgide bırakıyordu.  Daha fazla dayanamayıp doktorlarımın tüm itirazlarını bir kenara bırakarak kendimi çok da yormadan spora geri döndüm.
    Tedavi sürecinin en hafiflediği süreçte bir spor salonuna yazıldım. Doktorlarım yavaş yavaş  başladığım sporun bana çok iyi geldiğini o yılın sonundaki tahlillerimde gördüklerinde en büyük destekçim oldular.
    5 yıldır ısrarla sevmiyorum dediğim kapalı salonlarda spor yapıyordum. Fakat BuKızlar’ımla başladığımız serüvenimizde hep birlikte açık havanında tadını çıkarmaya başladığımızdan beri salonlarda spor yapmanın sıkıntısını artık görmezden gelebiliyorum.
    Yarı karanlık yarı aydınlık olan bu hikayeyi anlatmamın elbette bir alt mesajı olacaktı:) Spor yapmak insanın; hele de bir kadının en büyük motivasyonu hem de her konuda. Sağlığınız el verdiği sürece nelere nelere ayırmaktan geri kalmadığınız o güzel vaktinizi daha da sağlıklı günlerin hatrına spora ayırın. Yapabildikçe daha iyisini isteyecek; ona iyi baktıkça size gülümseyen bedeninizi daha da seveceksiniz.
    BuKızların Nagehan’ı
  • Paris’te bir kahraman
    April 19, 2013
    BKNK koşularımızın ve grubumuzun bir numaralı destekçisi, koşularda ve organizasyonlarda desteğini ve katılımını hiç eksik etmeyen Ozan’ın Paris maratonu macerası…
    “Aldığım her kararı, söylediğim her sözü, üzerinde düşünüp arşive kaldırdığım her düşünceyi, tartmak, tekrar değerlendirmek, karara bağlamak veya daha derinlere gömmek için 4 küsur saat…Maraton hem mental hem de fiziksel bir mücadele denir her zaman ama mental kısmı mücadeleden çok yardımcı olmuştur her zaman bana. Bedenimin hissettiklerini bloke etmek için verimli bir yöntem :) Maratondan sonraki günlerde aklımdan geçen buydu. Hatırlamaya çalıştıkça koşu boyunca hissettiklerimi, garip bir tatmin duygusu dışında hatırlamak zordu.
    Koştuğum ikinci maraton oldu 2013 Paris maratonu ve bugün mutluluk ve gurur içerisinde,  “tamamladım”  diyebiliyorum bu mücadeleyi. Başlama noktasında on binlerce koşucuyla yan yana saflarda durmak, her geçen dakika artan heyecan ve yerinde durmayı güçleştiren adrenalin, start verilmesinden sonra acaba sıra ne zaman bize gelecek diye parmak uçlarında yükselip uzakları izlemek…her şey koşu başlayana kadar.
    Maraton öncesindeki son dört aya flashback yaparsak BKNK ile yaptığım keyif koşuları ve Hillside Seastanbul, Forestanbul gibi outdoor aktiviteleri dışında maratona hazırlanmadığım aklıma geliyordu, olduğum yerden yüz metre ileride renk renk kıyafetleri içerisinde koşucular start noktasını geçmeye başlarken. İlk 21Km müzikle hızlı ve rahatça geçti, belki de 11. ve 15. Km’ler arasında sırtına Türk bayrağı iliştirmiş güzel bir koşucu kızla sohbet ederek koşmamın da etkisi vardır, bilemiyorum…J BKNK ve Hillside ile yaptığımız koşular 6-18Km arasında değiştiği için yarı maraton zorluk çıkarmadı, koşarak yapılan şehir turu gibiydi hatta..fena fikir olmayabilir aslında: running & sightseeing tours thru the city…
    Ama bu mutlu tablo 22Km’ye kadarmış…Belki maraton öncesi yaptığım en uzun koşu 28Km olduğu için, belki de kulaklıklarım bozulduğundan müziksiz kaldığım için, artık geçen her dakika, tamamlanan her kilometre sonunda bacaklarımdan “daha var mı ?” sorusu yükseliyordu sanki! Yarışın kalan yarısı mental mücadelenin başladığı bölümdü işte. Artan fiziksel acım hem sağımda solumda koşanları incelemeye yöneltiyordu beni, hem de bir yandan birbiri ile ilgili, ilgisiz düşünceler ortalığı toz duman içerisinde bırakıyordu sürekli. İnek kostümlü kızlar, Eiffel kulesi taşıyan dağcılık ekibi, Santa Claus, Palyalçolar, barefoot koşucular, koşu kulübü t-shirtleriyle farklı farklı ekipler, arka planda rock, jazz ve capoeira gruplarının tınılarıyla uyumlu hareket eden kuklalar gibi akıyordu insan nehrinin içinde…ve daha 14 bitmez Km vardı önümde…matematiğin büyülü dünyası beni bu son 14Km’de ele geçirdi:) “1Km’yi 6 dakikada koşsam..yok yok 2Km’yi 15 dakikada koşsam?..Off bacaklarım çok ağrıyor, ya yoksa ayaklarım mı? Belden aşağısı iptal, dayanabilir miyim acaba? Saatte 6Km hızla yürüsem?..” Son 14Km’de tek konuya odaklandım, bitiş çizgisini geçmek ve hiç durmadan yürüyerek otelime gitmek, sıcak bir duş ve uzanmak…planımı karın gurultum bozdu ve araya bir de yiyecek bir şeyler alma hedefini ekletti. Bu son kısımda bitmek bilmeyen seyirci sayısı daha da artmıştı, işini bilenler bitişe yakın yerlere yerleşmiş durmadan bağırıyorlardı koşanlara. Bütün bu kakafoni içinde ara ara sislerin arasından, uzaklardan “Allez Allez Ozan!” diye bağıranları duydum..Göğüs numarasının yanına isim yazmalarının da bir sebebi varmış!..Kim destekledi, seslendi bilmiyorum ve bilemeyeceğim ama işe yaradı; teşekkürler :)
    Son 5Km… artık koşu sonrası planlarımı uygulamamın önündeki tek engel bu 5Km. Yol kenarında uzananlar, krampları esneme hareketleri ile geçirmeye çalışanlar, yüz ifadesi ağlamanın bir tık üzerinde olanlar veya kalan kilometreleri yürüyerek tamamlamaya karar verenler…işte motivasyon kaynaklarım! Hepsine ayrı ayrı teşekkürü bir borç bilirim. İçimden hepsine “Hadi yapabilirsin, nerdeyse 40Km koştun, kalan mesafe nedir ki, baksana neler başardın şu ana kadar!”  demek geldi ama Fransızca bilmediğim için diyemedim..hepsini kendime söyledim bu sözlerin ve 4.42’de de maratonu bitirdim..bu anda düşündüm işte gerçekten BKNK’yı, bir sonraki maratona gelsinler de motivasyon konuşmamı onlara yapayım, içimde kalmasın, kendi kendime konuşunca çok da etkili olmuyor.. :)”
    Biz de seneye kendisine Paris Maratonu’nda eşlik etmeyi umuyoruz…
    BuKızlar.






  • 100 kişiye sorduk...
    April 15, 2013

    Erkeklerin işi daha kolay. Erkekler yaradılışları gereği ve sosyo-kültürel açıdan (kabul edelim, Türkiye’de malesef kadın evi bekler, hobisi az olur, erkek de gezer,  sporunu yapar mantığıyla yetiştik) bizden daha fazla spor yapıyorlar. Hatta en çok da beraber halı saha/basket maçları yaptıkları için spor onlar için yapmaları gereken sıkıcı, mecbur oldukları bir aktivite değil, oldukça zevkli bir sosyal ortam.
    Spor yapmayan kız arkadaşlarımdan en sık duyduğum bahaneleri bir program sunucusu edasıyla sıralayayım: Eeveeet, 100 kişiye sorduk “neden spor yapmıyorsunuz?” diye, bakalım en çok karşılaşılan cevaplar hangileriymiş?:
    1. Vaktim yok: “Bakalım tablomuzda var mı? Dınnnn… 40 kişi vaktim yok yanıtını vermiş”
    2. Spor salonlarından sıkılıyorum (şekerim): “Dınnnn… Evet 33 kişi de bu yanıtı vermiş”
    3. Dışarıda spor yapabileceğim bir yer yok : “Dınnnn… Bahanelere doymayan kızlarımızdan 15’i de bu yanıtı vermiş.
    3. Üşeniyorum (cicim): “Dınnnn… Kısa, öz ve saçma bu bahanemizi de 8 kişi vermiş.
    Vaktim yok bahanesini maalesef işe giden, 8 çocuklu bekar bir anne değilseniz kabul edemeyeceğim. Daha önce BuKızlar’ın Deniz Orbay’ının da belirttiği üzere, BuKızlar olarak hepimiz yoğun çalışıp, ailelere, eşlere/sevgililere, ve diğer arkadaşlara vakit ayırıp, bir güzel de sporumuzu yapıyoruz. Hatta ben genelde tatilde olduğum zaman yayılmaktan özel işlerimi bitiremem, tam aksine yoğunken her işimi daha hızlı hallederim.
    Spor salonlarından sıkılıyorsanız; a) dışarıda spor yapabilirsiniz, b) spor salonlarında illa ki koşu bantlarında vakit harcamak zorunda değilsiniz, mesela en yeteneksiz insanların bile(ben!) hem dans edip hem kalori yaktıkları zumba tarzı derslere girebilirsiniz. Çok eğlenceli oluyor, zamanın nasıl geçtiğini fark etmiyorsunuz.
    Dışarda spor yapamıyorsanız ve maddi olarak spor salonuna gidecek imkanınız da yoksa, belediyelerin ücretsiz spor kursları ve salonları var, onları araştırmanızı tavsiye ederim. Ayrıca deli damgası yemeye razıysanız, evde müzik açıp dans da edebilirsiniz.
    Üşeniyorum diyen kızlar için bir önerim yok. Ya da şöyle yapalım; bize burdan ulaşıp adresinizi bırakın, kulağınızdan çekip size spor yaptıralım :)
    Haydi bakalım, bitsin bahaneler!
    BuKızlar’ın Asena’sı
  • Staying Active Despite Business Travel
    April 10, 2013
    The challenge of business travel is that sometimes it leaves you with no time to exercise. Long meetings, endless conferences, obligatory happy hours and client dinners… by the time you are done you feel exhausted, stressed and fatigued - all you wanna do is jump right into your bed and forget about working out. So, you gotta be creative and find ways to turn these inevitable business trips into fun running experiences.

    As a New York based freelance investment advisor for Latin America, I am one of those business executives who is constantly on the road. Despite being a hard core running enthusiast, waking up in different cities and countries every other day sometimes makes it difficult to fit my running schedule into my travel plans. Hence, I set flexible goals into my working day to ensure I can run and get the energy boost which helps bring me success at work.

    If the weather or safety is not an issue, I throw myself on the streets very early in the day so it won’t interfere with my work schedule during the day. Mostly I travel in warm weather climates and going for a run in the morning also helps me to avoid running in the heat of the day later. If running is not viable I try to substitute my run with other outdoor activities that are not part of my usual exercise routine such as hiking, kayaking or cycling. Of course, sometimes I might struggle to get into the right frame of mind to keep my running routine. My backup plan will be to go to the hotel’s gym, aerobics classes or swim pool just to maintain my general fitness  and discipline.

    There are great virtues of running whilst travelling;  it is a great remedy for jet laggers, helps you to adjust to new time zones and reduces stress. It lets you squeeze in some time to take the city’s sights (a bit of culture as well as a cardio workout) and helps you map the town and familiarize yourself with the city’s layout. If you are visiting a new city, running helps you to note where the banks, restaurants and shops are in case  you need them during your stay. It boosts your energy levels, improves your concentration (a big plus in the meetings) and helps you stay fit all  at the same time!!!!!! Isn’t it a good deal? Even if you are not a good runner, you can still be a gentle jogger and benefit from all these perks:))

    At the end of the business trip, If I have stuck with my routine and run or exercised passionately during my visit, I like to give myself a nice reward for my hard work and treat myself to an invigorating sports massage. It motivates me to stay focused in my upcoming trips as well as loosens up some of my tight muscles.

    So, run for yourself, don’t get  held hostage because of distance, unfamiliar cities, different time zones, or meetings which can all side track you from the real joy of running. Run, because our bodies are designed for it and we are supposed to run. Don’t think of it as a work out, make it fun in the sun that brings tons of joy into your life. And remember; nothing can make you feel better than going back home feeling the accomplishment of a successful business trip together with a fitter body and toned up muscles!

    Love running.
    BuKızlar’ın Güliz’i.

  • Tutulup kalmayın: Soğuma-ısınma hareketleri
    April 8, 2013

    Yaptığımız sporun ağırlığı/süresi ile doğru orantılı olarak soğuma ve ısınma hareketleri de oldukça önemli. Özellikle çok sık eklem ağrıları, tutulmalar, kasılmalar yaşayan biriyseniz ya da fıtık gibi omurilik rahatsızlıkları yaşıyorsanız, spor öncesi ve sonrası ısınma ve soğuma hareketleri yapmanızı şiddetle tavsiye ederim.
    Tüm spor dallarının elbette farklı soğuma ve ısınma hareketleri vardır fakat ben konumuz daha çok koşu olduğu için, doktorumdan ve fizik tedavi uzmanımdan koşu ile ilgili edindiğim basit ama yararlı bilgileri sizlerle paylaşmak isterim.
    Koşuya başlamadan önce, uzmanlar koşulacak hız ve kilometre ile doğru orantılı, minimum 5 dakika yürüyüş veya çok düşük tempoda koşu yapılmasını tavsiye ediyorlar. Sanılanın aksine esneme (stretching) hareketlerinin çok fazla yapılmamasını öneriyorlar. Fakat eklemlerde daireler çizen yumuşak ısınma hareketleri ve benim gibi boyun/bel fıtığınız varsa, koşudan önce yürüyüşe ek olarak boyun ve belinizi de ısıtmak için ufak esneme hareketleri yapılabilir.
    Gelelim koşu sonrasına. Benim koşu sonrası yapmak istediğim tek şey bir damacana su içip, sonra parmağımı bile oynatmadan, bir yerde oturup BuKızlarla dedikodu ve kahvaltı yapmak olsa daaaa, kas sertleşmelerini azaltmak ve koşu sonrası kendimi çok daha iyi hissetmek için beş-on dakika soğuma egzersizi yapıyorum.
    Bu egzersizim de, 5 dakika hafif tempolu yürüyüşün ardından özellikle bacak ve boyun kas gruplarını esnetme hareketlerinden oluşuyor. Her kas grubu için çok çeşitli esneme hareketi var, bu sebeple size belirli bir link vermek yerine, internetten “esneme hareketleri” veya “stretching” diye aratmanızı ve size en uygununu seçmenizi tavsiye ederim. Bu soğuma hareketleri, sonrasında vücudunuzda oluşacak kas gerilmelerini, baş dönmelerini ve nabız düzensizliklerini aza indirgeyecek veya engelleyecektir.
    Bol sporlu, eklem ağrısız günler dilerim :)
    BuKızlar’ın Asena’sı
  • Spor da yaparım, kariyer de...
    April 8, 2013
    Koşmayı hep sevmişimdir ancak bundan birkaç sene öncesine  kadar 10-15 kilometre, yarı maraton koşmak benim için çok imkansız gibi görünen şeylerdi. 3-4 kilometre koşabiliyordum, ancak şimdi bu mesafeler bana sadece ısınma koşusu gibi geliyor, 10 kilometreyi rahatlıkla koşabiliyorum, ilk yarı maraton denememi de Mart ayında Runtalya’da yaşadım.
    BuKızlar’ın Asena’sı boyun fıtığı nedeni ile koşmayı pek tercih etmemesine rağmen 6 ay önce koşuya başladı ve 5-6 kilometreyi çok rahatlıkla, hiçbir problem yaşamadan koşabiliyor. Bir 6 ay sonra 8-10 kilometre koşularına katılmayı hedefliyor.
    Aynı şekilde boyun ve bel problemleri olmasına rağmen koşmaya başlayan BuKızlar’ın Nagehan’ı geçtiğimiz sene Bozcaada  Yarı Maratonunda 10 kilometreyi rahatlıkla koştu, hala koşulara devam ediyor.
    İlk 5 kilometre koşu denemesini yine 6 ay önce yaşayan BuKızlar’ın Deniz Bozkurt’u iki aylık bir süre sonunda Avrasya maratonunda 15 kilometre koşarak kendi rekorunu yaptı. Geyik Koşularında birincilikleri bile var.
    Sporcu geçmişi olan BuKızlar’ın Beste’si, koşuların daha da düzene oturmasıyla performansını arttırdı, katıldığı koşularda hep üst sıralarda yer alıyor.
    Yani soru ‘Koşabilir miyim?’ değil ‘Koşmak istiyor muyum?’. Evet belki başta zor, kolay değil, ama istemeniz ve kararlı olmanız yeterli. Öyle hayatınızdan vazgeçmek, sosyal hayatınızdan ödün vermek zorunda da değilsiniz. Biz hepimiz yoğun iş temposunda çalışıyor, ailemize, sevgilimize, arkadaşlarımıza ve kendimize zaman ayırıyor, hareketli bir sosyal ve iş hayatı yaşıyoruz. Ancak koşmayı, spor yapmayı seviyoruz, buna da bir şekilde vakit ayırıyor ve mümkün olduğunca keyifli hale getirmeye çalışıyoruz.
    Eğer siz de koşmak istiyorsanız, bir çift spor ayakkabısı ve size eşlik edecek arkadaşlar…size gerekenlerin hepsi işte bu kadar.
    BuKızlar’ın Deniz Orbay’ı.

  • Belgrad'da yeni rotalar
    April 7, 2013
    7 Nisan Pazar sabahı, Reebok ve Antrenmanyap’ın düzenlediği 11.1K koşusundaydık. 350 üzeri kişinin katılımıyla Ayvand Bendi’nde gerçekleşen yarışın parkuru, Geyik Koşularınınki kadar zorlayıcı olmasa da yine inişli çıkışlıydı. Zeminin küçük taşlarla dolu olması da düz basmayı zorlaştırıp ayak burkulmalarına sebebiyet verebileceğinden koşuyu zorlaştırıyordu. 
    Ayvand Bendi de yine Belgrad Ormanları içerisinde yer alıyor ancak Neşet Suyu koşu parkuruna göre çok daha sakin ve doğa ile içiçe bir parkur. Henüz piknikçilerin keşfetmediği Ayvand Bendi’ni alternatif koşu parkurları arayanlara öneririz.
    BuKızlar.
    image
    image
  • Bikini içine girme telaşı
    April 4, 2013

    Her Pazartesi başlanan rejimler, her yılbaşı alınan yeni yıl kararları gibi, biz kızların en sık yaptığı şeylerden biri de bahar aylarında spora “tekrar” başlamak olur. E malum “yazın o bikininin içine girilecek arkadaş!”
    Bu aralar gittiğim spor salonundaki kalabalık ve dışarıda gördüğüm spor yapan insanlardaki artış da bu yüzden olsa gerek. Olsun, çok güzel,bir yerlerden başlamak lazım! Umarım bahar aylarında spora başlayanlar- yazlıkçılar gibi bir takma ad da takayım: Baharcılar J - yaz sonu da devamını getirirler, hatta bize katılıp tüm yıl boyunca antrenmanlarını sürekli yaparlar.
    Spor;  insana neşe ve enerji veren, insanın yaptıkça yapası gelen, fiziksel sağlığın yanında ruhsal sağlığa da iyi gelen harika bir aktivite. Bir kere başlayıp düzene oturttunuz mu da, bir daha bırakması zor. Siz onu değil, o sizi bırakmıyor zaten.
    Tüm yıl spor yapanlardan mı “baharcılar“‘dan mı olmak isterseniz bilmem ama havanın çok uygun olduğu bu zamanlarda en renkli kıyafetlerinizi giyip, en çok eğlenerek yaptığınız sporu yapın. Kendinizi bahar miskinliğinden arındırıp harika hissedin!
    BuKızlar’ın Asena’sı
  • Koşuya giderken kaybolan BuKız!
    April 2, 2013

    31 Mart Pazar günü Macera Akademisi ve Asics’in düzenlediği Geyik Koşu’larının ikincisine katıldık. Öncelikle yazın ilk günü diyebileceğimiz bir hava sıcaklığı olması bizi her ne kadar mutlu etse de, tabii ki bu durum herkesi mutlu etmiş ve yurdum insanının içindeki piknikçi kış uykusundan uyanmış, herkes kendini sabah dokuzda sokaklara atmış. Orman girişine yaklaştığımızda korkunç bir trafikle şok olduk ama neyse ki herkes aynı durumda olduğundan yarış yarım saat ertelendi.
    Geyik koşusunu koşarken kaybolanlarımız, rotayı şaşıranlarımız olmuştu ama ben bunu bir üst seviyeye taşıyarak koşuya giderken kayboldum! Geyik koşuları normal koşu parkurundan faklı bir rotada düzenleniyor, bunu biliyor olmama rağmen dalgınlıkla normal koşu parkurunun yakınında bir park yeri bulduğuma sevinerek indim arabadan, kızları aradım. Yanlış yerde olduğumu öğrenerek geri döndüm arabaya ve yine yanlış yoldan devam ederek ormandan çıkmış bulundum. Uzun bir süre daha devam ettikten sonra yeni bir giriş buldum ve ormana dönmek için tekrar Maslak’tan dolaşmam gerektiği bilgisini aldım. Girişteki görevli arabayı oraya bırakıp yürüyüş yolundan başlangıca yürümemin daha çabuk olacağını, yolun yaklaşık 2,5KM olduğunu söyleyince artık ağlamaklı bir halde arabayı bırakıp başladım koşmaya. Orman parkurunun başlangıç noktasına 2,5KM, geyik koşusunun olduğu yere 2,5-3KM daha koşarak 7 dakikalık gecikmeyle vardım Geyik Koşusu başlangıç noktasına.
    Çipleri bu sefer göğüs numarasının arkasına yapıştırmışlar, unutma riskiniz yok yani :) Parkur zordu, yokuş ve çamurlu olan tarafları baya zorladı. Koşarken de yine bir ara parkuru karıştırdım, 4K parkuruna geçtim, 2,5K’yi atladım. Ancak artık tek hedefim kaybolmadan parkuru tamamlamak olduğu için 4, 14 ne kadar koştuğum çok umrumda olmadı. Neyse ki orman içinde tekrar kaybolmadan 15K parkurunu tamamladım, yanlış yoldan saptığım için kaç dakikada tamaladığım bilgisini göremiyorum tabii, sanırım diskalifiye oldum. Önemli olan katılmaktı diyerek geç de olsa yarışa yetişebilmiş ve en azından parkuru tamamlayabilmiş olmanın huzuru ile döndüm evime. BuKızlar’ın Deniz Bozkut’u da 4K’da kendi yaş kategorisinde 1., genel kadınlar kategorisinde 2. Olarak Geyik Koşusu gururumuz oldu!!
    Dönüşte de bir o kadar trafik vardı, bundan sonra Belgrad koşucularına tavsiyem Pazar günü gitmeyin, giderseniz 7 gibi daha erken saatleri tercih edin.
    BuKızlar’ın Deniz Orbay’ı.

    image
    image
    image
  • Kendinle yarış yeter
    April 2, 2013
    Geçen sene BuKızlar’a katıldığımda, açıkçası şu anki kadar bile koşabileceğimi tahmin etmiyordum. Boyun fıtığım sebebiyle aslında doktorum tarafından koşu yapmam çok tavsiye edilmiyor, yaparsam çok uzun mesafeler koşmamam ve çok iyi ısınmam-soğumam gerekiyor. Bu sebeplerle açıkçası koşuya çok da sıcak bakmıyordum, ama maksat BuKızlarla beraber olmak olunca, bir deneyelim bakalım dedim.
    İlk yarış deneyimim BuKızlar’ın Deniz Bozkurt’u ile Nike – Runistanbul’da başladı. Öncesinde iki-üç defa 5 km için kendimi denemiştim  fakat bu denemelerim, koşmamın 10.dakikasından nefes nefese kalmamla sonuçlanınca yarışa sonuncu olacağıma emin olarak yine de katıldım. Yarış alanına gittiğimde atmosfer o kadar güzeldi ki, genci, yaşlısı, profosyoneli, köpeği ile katılanı, engellisi ile oldukça güzel bir kalabalık vardı. Tamamen atmosferin gazıyla, tek başıma yaptığım antrenmanlardan çok daha iyi koşup yarışı ortanın üstünde bir derece ile tamamladım. Benim için yarışı tamamlamak hedef olurken, aldığım sonuca bile çok sevindim, iyice gaza geldim.
    Bu yarıştan sonra antrenmanlarıma ufak ufak devam ettim. Ve kısa mesafe yarışlarına katıldım. Gün geçtikçe daha iyi koşmaya başladım. Benim yarışlara katılma amacım kimseyle yarışmak değil, kendi en iyi derecemi yapmak. Bu da çok zevkli, BuKızlar’ın bir üyesi olmak da en zevklisi!
    Boynumu çok zorlamamaya çalıştığım için hep kısa mesafe koşacağım. Tüm spor yapmak isteyenlere duyurulur: Bir şekilde fiziksel engeliniz varsa bile, kendinizle yarışın yeter!
    BuKızlar’ın Asena’sı
     
  • Güzel Blog, kutluyorum takip ediyorum :)
    March 28, 2013
    Güzel mesaj için teşekkürler :)
  • “Bir yerden başlamak lazım”
    March 27, 2013

    Sporla tanışmam 4, koşuya başlamam 30 yılımı aldı. Korkmayın; aradaki 26 yılı pas geçip, yakın geçmişi ele alacağım. Düzenli olarak koşanlar için 5 km., minimumda bir mesafe fakat benim gibi hiç antreman yapmadan ilk denemesini Kasım 2012’de Nike’ın düzenlediği RunIstanbul’da gerçekleştirenler için bir hayli göz korkutucu olabiliyor. İlk olarak, “kilometre” kelimesi başlı başına ürkütücü bir olay bence. Onun yerine “ben bugün bir yarım saat koşmayı deneyeceğim” diye düşünmek daha yumuşak bir geçiş. Bu düşünceler kafamda yarış sabahı Bostancı’ya doğru yola çıktım. Levent – Bostancı güzergahı üzerindeki çeşitli toplu taşıma araçlarında runistanbul t-shirtlü kişiler ister istemez gözüme çarpıyordu. Kendimi gizli bir eyleme gidiyormuş gibi hissediyordum ya da birazdan bütün bu sözleşmiş insanlar flashmob yapacaktı. Çok havalıydım doğrusu … Etrafımda olup bitenlerin bir tek ben farkındaydım…
    Bu arada bu tip organizasyonlar, katılmayanlar için baya can sıkıcıymış, onu öğrendim. Her saniye acelesi olan ve dolayısıyla hep bir yerlere geciken yurduminsanına o gün dahil olmak üzere diğer katıldığım tüm organizasyonlarda rastladım. “Noluyo burda ya, kapatmışlar yolu, millet koşacak diye biz burda trafik mi çekecez” tadında spor sevgisi tavan yapmış hoşgörülü sözlerin arasından sıyrılıp BuKızlar’ın Asena’sı ile buluşma noktasında karşılaştım.
    Baktık ki herkes harıl harıl ısınıyor, hazırlanıyor. Bende henüz öyle bir hırs yok tabi, sadece etrafı gözlemliyorum, “bakalım işte erkenden kalkıp geldik Pazar sabahı, birşeyler yapmayı deneyeceğiz” derken, yanımdaki direğe başımın hizasından daha yukarı ayağını gayri ihtiyari bir şekilde esnetmek için dayamış birinin ayakkabısıyla burun buruna geldim. Koşu öncesi biraz esnemek iyidir diyerek biz de mütevazi bir şekilde azbuçuk esnedikten sonra başlangıç noktasına ilerledik.
    Sonuç olarak, tabiki 5 km.’yi hiç durmadan bitiremedim. 10’ar dk.’lık koşu ve aralarda 1’er dk.lık yürümelerle 33 dk. gibi bir sürede tamamladım. Benim için gayet güzel bir başlangıç oldu ve tabiki işin en keyifli yanı bana sorarsanız, arkasından uzunca yapılan kahvaltı oldu. Tüm Pazar günüm çok keyifli geçti. Fiziksel olarak birşeyleri yapabiliyor olduğumu görmek beni ilerde yapabileceklerim için heyecanlandırdı.
    image
    İyi ya da kötü bir yerlerden başlamak gerek.

    BuKızlar’ın Deniz B.’si
  • 10K nedir ki demeyin, hedef belirleyin!
    March 26, 2013

    Herşey 3 sene önce üyesi olduğum spor kulübündeki ‘Insanity’ dersine katılmam ile başladı. Vücut ağırlığın ile yaptığın egzersizlerden oluşan, performans ve dayanıklılık artırmaya yönelik bir programdır kendisi… 
    Halk arasında ‘deli işi’ olarak Türkçeye çevrilmiştir.
    Gösterdiğim performans, kararlılık, uzun zamandır dışarı çıkmayı bekleyen enerjim, ve 12 senelik profesyonel yüzücülük deneyimimden arta kalan ‘tatlı mı tatlı’ rekabet güdüm bu ‘deli işi’ program ile tekrardan gün yüzüne çıkmış oldu böylece…image
    Ve BuKızlar’ın Beste’si bendeniz,  o gün bugündür yoğun iş temposundan kalan vakitlerde koşu ve triatlon gibi organizasyonlara katılarak, içimdeki ‘tatlı mı tatlı’ o enerjinin tekrardan ortaya çıkmasıyla hayatımı çok daha keyifli bir şekilde sürdürmekteyim… 
    Geçmişe dönük bir özet geçtikten sonra gelelim yazımızın ana teması Runtalya 2013’e…
    Riva, Avrasya, Runtalya, Bozcaada, Gazi koşusu derken 2,5 senelik amatör koşu kariyerimde beklenenin aksine ben yine Runtalya 2013 için 10km’ye kayıt oldum, ‘Artık senin yerin 21km’dir’ diyenleri utandırdım.
    Oysa ki ben bambaşka kafalardaydım… 
    Dedim ya rekabet güdüm yeniden benimle! İlk 30’lara, 20’lere,10’lara girmek, hiç olmadı bir önceki yarıştaki beni geçmek, daha iyi dereceler yapmak, kendimi bu anlamda geliştirmek benim en büyük motivasyonum.
    Çok değil; yarış öncesi 1 aylık süreçte başladım çalışmaya, öncelikli olarak 2012’deki derecemi inceledim, o dönemki performansımı düşündüm ve şu anki motivasyonum ve şartlarımı göz önünde bulundurarak kendime bir hedef belirledim: 58dk’da, 63. olarak tamamladığım Runtalya 2012, 10km yarışını Runtalya 2013’de 55dk’nın altında koşmak ve ilk 30’lara girmek.
    1 aylık çalışma süresini, BuKızlar ekibi ile yapılan koşular ve yeni keşfim endomondo (anlık performans izleme uygulaması) ile koştuğum dereceleri takip ederek tamamladım. Haftada 3 veya 4 kez koşarak, ilk hafta 12k ile başlayıp son hafta toplamda 32k koşmuş oldum.
    Yarış heyecanına, tabi ki geçen sene tek başına katıldığım yarıştan farklı olarak, bu sene BuKızlar’ın Deniz’leri (BuKızlar’da Deniz çok! ) ve Nagehan’ın eklenmesi, bunun üstüne bonus olarak Şirin’imiz ve kızı CoCo’nun da aramıza katılmasıyla eğlence kat sayısı da eklenmiş oldu… 
    Sonuç bendeniz için tatmin edici; 52.37 dk’lık derecem ile kendi yaş grubumda 19., tüm yaş grubunda da 26. oldum :) Geçen seneki derecemden 6dk daha iyi koşmuş olmanın tadı çok tatlı, hem de ‘tatlı mı tatlı’. 
    Amatör ruhla da olsa, mesafeye, dereceye, çevrenizdekilere bakmadan kendi hedeflerinizi belirleyin, hedefe doğru koşun, bakın göreceksiniz; alacağınız sonucun keyfi bir başka olacak!
    BuKızlar’ın Beste’si
  • Run while you can.
    March 20, 2013
    image
    Bu sabah koşarken çok büyük bir gemi çok büyük dalgalar oluşturarak geçti boğazdan, neredeyse ayaklarıma kadar yükseldi sular. Tuzlu suyu hissettim. Hisar’dan geçerken daha önce görmediğim çok güzel bir ev gördüm, içi boş, harika bir manzarası var belli.
    Koşarken etrafma bakıyorum hep, dünya ne kadar güzel diye düşünüyorum, havanın kokusunu içime çekiyorum, her kalp atışımı hissediyorum…Bakmıyorum görüyorum, duymuyorum dinliyorum, hayatta olduğumu, yaşadığımı hissediyorum. Ve şükrediyorum, sağlıklı olduğuma, koşabildiğime, uyandığım her güne…Daha çok değerini biliyorum her anın koşarken…
    Siz de fırsatınız varken, koşabiliyorken koşun çünkü ilerde bir gün koşamayacaksınız. Yaşayın, hissedin, koşun çünkü bu hayat koşmaya değer!
    BuKızlar’ın Deniz Orbay’ı.
  • Eğer koşmak senin için zorsa, daha çok koş.
    March 20, 2013
    Koşmak için gerekli motivasyonu bulmak bazen zor olabiliyor. Özellikle yeni koşucular veya son koşusunu ne zaman yaptığını hatırlayamayanlar için. Egzersiz yapma yolunda karşına bundan seni alıkoyacak, aklını çelecek birçok şey çıkacaktır; arkadaşlarınla bir kokteyl içmek, güzel bir akşam yemeği yemek, yeni gelen o filme gitmek veya sevgilinle battaniyenin altında tembellik yapmak gibi…Koşuya gitmemek için bahane bulmak kolayına gelecek; yorgunum, çok işim var, hasta gibiyim, hava kötü, yarın giderim… Bu nedenle koşmamak için bahaneler bulmak yerine koşmak için yeni motivasyonlar bulmak en iyisi. Hem havalar da ısınıyor, yaz gitgide yaklaşıyor, en büyük motivasyon bu zaten, işte birkaç öneri daha…
    Her hava koşulunda rahat koşmanı sağlayacak, renkli, cool ama fonksiyonel koşu kıyafetleri edinmen önemli. Sakatlanmadan koşabilmen için rahat bir ayakkabı ve çorap da şart.
    Koşu performansını, koştuğun kilometreyi, yaktığın kaloriyi; kısacası koşu motivasyonunu ne sağlıyor ise, bunu hesaplayacak bir saat edin veya bir uygulama indir. Bizim favorimiz Endomondo.
    İyi bir koşu playlisti hazırla, seni motive eden müziklerle koştuğunda performansının arttığını ve sınırlarını zorladığını göreceksin.
    Kendine keyifli koşu arkadaşları edin, koşu sonrası sohbet muhabbet, kahve kahvaltı programları yap. Koşan arkadaşın yoksa BuKızlara da katılabilirsin :)
    Yeni koşu parkurları bul, farklı koşulara katıl. Bizim etkinliklerimiz ve katıldığımız diğer etkinlikleri de aylık olarak Aktivite Takvimi sayfasından veya https://www.facebook.com/bukizlarnereyekosuyor facebook sayfamızdan takip edebilirsin.
    Pinterest’te kendini motive edecek bir board yapabilirsin veya bizim boardlarımızı da takip edebilirsin! http://pinterest.com/bukizlar/
    image
    image
    image
    image
    İyi Koşular.
    BuKızlar.
Headlines by FeedBurner

------------------------------------------------------------------------------------------------------------

  • AGUSTOS AA KOŞU SONUÇLARI / RESULTS OF THE AUGUST AA FUN RUN
    August 4, 2013

    (scroll down for English)
    Merhaba,
    Cumartesi günkü yarışımız tahminimizden daha kalabalık bir katılımla, güzel bir havada ve yine keyifli bir ortamda kosuldu.  70 küsür katılımcıdan göğüs numarlı 63 koşucunun sonuçlarını aşagida bulabilirsiniz. Destek veren, yardım eden herkese teşekkurler! Bir sonraki AA Koşu 7 Eylül’de, şimdiden takvimlerinize not ediniz.

    Ve unutmayın, Avrasya Maratonu 17 Kasım’da! Bu Avrasya’da koşunuzu başkalarının da faydasına dönüştürmeye ne dersiniz? İyilik peşinde koşmak hem performansa iyi gelir hem memlekete :) Facebook ve web sayfamızda geniş bilgiler var. 

    Henüz Avrasya Maratonu’na kayıt olmadıysan, şimdi karar verme zamanı:  http://www.istanbulmarathon.org (Kulüp hanesine ADIM ADIM yaz!)
    ***
    We had another enjoyable race last saturday with more participants than we expected because of the holiday season. There were over 70 runners and the results of the 63 runners who arrived with their barcoded bib numbers are listed below. Thanks to everyone who came to run or to volunteer. Note that our next race is on 7 September.
    And don’t forget, the Istanbul Marathon is on 17 November! Why not turn your Istanbul Marathon run into a fundraising event to help a worthwile cause? Running for charity is great for performance and for the country :) Visit our facebook or website for more information or write to info@adimadim.org
    AA Koşu gönüllüleri adına / On behalf of the AA Fun Run Volunteers
    Suna
    3 AGUSTOS 2013 AA KOŞU SONUÇLARI / RESULTS
    KADINLAR / WOMEN: 
    Cinsiyet SıralamasıGöğüs NoAd SoyadSüre
    1396GÜLÇİN ATAY0:33:57
    21887ÖZGÜL DİZMAN0:34:41
    32755ALEXİS ROSE0:35:10
    42703ZEYNEP ALTMİSOGLU0:37:34
    557ELIF ÖZDEMIR0:37:50
    61904MİNAKSHİ RAMJİ0:39:36
    744AYŞEGÜL GÜNDÜZ0:39:43
    81394KATIFE KESKIN0:40:01
    91756SELMA KILIÇ0:40:03
    101388GIZEM CANDEMIR KILIÇOĞLU0:41:11
    111605Oya Çakın0:41:48
    122394MİNE GÜLMEN0:42:03
    131084BERGUZAR BOZOGLU0:42:24
    ERKEKLER / MEN
    Cinsiyet SıralamasıGöğüs NoAd SoyadSüre
    12728YILMAZ GENÇ0:24:18
    22207MERT AKDENİZ0:24:19
    31749OLİVER AYYİLDİZ0:24:38
    41996NECAT HÜMMET0:24:39
    52634ALİ DÜZDAŞ0:24:57
    62702MUSTAFA KEMAL AYDOĞAN0:25:03
    71501JİMMY THOMPSON0:25:04
    81251KAĞAN YAVUZ0:25:52
    9104NEJAT DEMIRBULAK0:26:21
    102754TOLGA AKSÜT0:26:27
    11633METİN ŞAN0:27:09
    12682FARUK KESİK0:27:29
    132289UMUTHAN UYAN0:27:56
    142232CAN ERER0:28:03
    1547FETIH ÇELIKSÖZ0:28:16
    162764İZZET TUNCA0:28:40
    171172ERDEM RAMANUJA AKYER0:28:56
    182736HALUK BURCIN AKI0:29:01
    191947ONUR ÖZTÜRK0:29:23
    202757İBRAHİM BİTİŞ0:29:40
    212048VOLKAN AKAR0:29:43
    22182MUSTAFA YENEN0:29:46
    232223KERİM FEVZİ KARAOĞUL0:30:15
    242284ÖZGÜN ALP DEREBAŞI0:30:25
    251894ESER KÖKSAL0:30:40
    262015İSMET ÇAKIN0:30:56
    272633ALİ ŞİMŞEK0:31:34
    282753OKAN ALPAY0:32:08
    292712ERKAN ÖMÜR0:32:08
    302735ONUR ORAL0:32:09
    31192KEES ARENDZ0:32:50
    32320MUSTAFA ÇİÇEK0:33:14
    332727ALİ UZEL0:33:15
    3419ÖZGÜR SÜSLÜ0:33:17
    35315BULENT RESITOGLU0:33:29
    362692CENK DURMAZ0:35:38
    371264YILMAZ KESKIN0:35:54
    382760ANOOSH EB0:36:14
    392752MEHMET ÖZDEMİR0:36:30
    402721KORAY KOYUNPINAR0:36:41
    412665ERTAN YAZICI0:37:24
    42163HAKKI YILMAZ ÇİYAN0:37:29
    43731ÜMIT OLCAY0:37:39
    44766SİNAN EROĞLU0:39:09
    451201M.M CANDAN KUTLUBAY0:39:18
    46145YAŞAR DIKBIYIK0:40:24
    471409AHMET KELEŞ0:41:28
    481273KAAN KESKIN0:45:19
    4956NURI ÖZDEMIR0:45:21
    502626ALPASLAN BODUR0:52:24
  • Dünden Bugüne TEMA-AA
    July 30, 2013
    TEMA, Adım Adım oluşumunun 2012 yılında gerçekleştirdiği yeni STK ve proje arayışında “Dünyayı Kurtaran Adım” projesi ile değerlendirmelerde yer aldı. Ardından şeffaflık, ölçülebilirlik, sağlanan fayda gibi temel ilkeler baz alınarak yapılan değerlendirmenin sonucunda 2013 yılında, Adım Adım’ın desteklediği toplam 8 STK içinde yer aldı.
    TEMA “Dünyayı Kurtaran Adım” projesi için , Adım Adım ile yapılan planlama ve hazırlık süreçlerinin sonunda, ilk yardımseverlik koşusu 17 Kasım 2013’te Avrasya Maratonunda gerçekleşecek.
  • TEMA İletişim Bilgileri
    July 30, 2013
    TEMA Türkiye Erozyonla Mücadele, Ağaçlandırma ve Doğal Varlıkları Koruma Vakfı
    TEMA’yi Sosyal Medyada Takip Etmek İçin:  twitter.com/temavakfi1992 | facebook.com/temavakfi
    TEMA’ya Ulaşmak İçin: tema.org.tr | tema@tema.org.tr
    Adres: Çayır Çimen Sokak Emlak Kredi Blokları A-2 Blok Kat:2 Daire:8 34330 Levent-İstanbul
    T: 0 212 283 7816  F: 0 212 284 8009

    Adım Adım TEMA STK Sorumlusu: Gökben Utkun, gokbenutkun@hotmail.com
    TEMA Vakfı Kaynak Geliştirme Bölüm Başkanı: Feyziye Günaydın, feyziye.gunaydin@tema.org.tr
    TEMA Vakfı Kaynak Geliştirme Koordinatörü:  Pınar Abbasoğlu, pinar.abbasoglu@tema.org.tr
  • TEMA Banka Hesap Bilgileri
    July 30, 2013
    Alıcı : TEMA Vakfı
    Banka: İŞ BANKASI
    Şube: Levent, Şube Kodu: 1035
    TL Hesap No: 1035 – 1271522,   TL IBAN No: TR28 0006 4000 0011 0351 2715 22
    USD Hesap No: 1035 – 1364400, USD IBAN No: TR25 0006 4000 0021 0351 3644 00
    EUR Hesap No: 1035 – 1364415, EUR IBAN No:  TR08 0006 4000 0021 0351 3644 15
    Önemli Not: Bir Adım Adım koşucusu adına bağış yaptığınız zaman banka havalesi/EFT’nin “Açıklama” alanına şu bilgiyi yazmanız gerekir: “AA (Desteklediğiniz koşucunun Adı) (Sizin Adınız)”
  • TEMA Raporları ve Vergi Muafiyeti
    July 30, 2013
    “TEMA Vakfı, 15/12/1995 tarih ve 95/7677 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı gereği vergi muafiyetine hak kazanmıştır.”

    TEMA Mali Raporları için tıklayabilirsiniz:
    1.       Bilanço
    2.       Gelir Gider
    3.       Denetçiler Raporu
  • Örnek Bağış Mektubu – TEMA
    July 30, 2013
    Dünyayı Kurtaran Adım
    Bu sene çok heyecan verici bir proje için doğa aşkıyla koşuyorum: Geçtiğimiz senelerden bildiğiniz gibi, ben Adım Adım Oluşumu ile koşarken sizler de bağışlarınızla bir sivil toplum kuruluşunu ve onun projesini destekliyorsunuz. Bu sefer adımlarım TEMA’nın “Dünyayı Kurtaran Adım” projesi için. Çünkü gençlerin Dünyayı değiştireceğine ve doğayı koruyacağına inanıyorum.
    TEMA, “Dünyayı Kurtaran Adım” projesinde  Türkiye’nin 50 ilinde, gerçekleştireceği kapsamlı gönüllük programı  ile her ilde 50 doğa kahramanını harekete geçiriyor. Doğa kahramanlarımız önce çevre konularında kapsamlı bir eğitim alıyor, çevre sorunları ile nasıl mücadele edecekleri konusunda ve diğerlerini bu konuda nasıl harekete geçirebilecekleri konusunda donanıma kavuşuyor. Sonra da kendi yaşadıkları ilin yerel çevre sorunlarını ortaya çıkarıyor ve somut çözümleri projelendiriyor. Ben de Avrasya Maratonunda, somut çözüm projeleri için koşacağım.
    Bağışlayacağınız her 110 TL,  bir üniversiteli genci, çevre sorunları ve doğanın korunması konusunda donanımlı olarak harekete geçirecek. Gelin, sizler de uygun gördüğünüz miktarda bağışlarınızı doğa aşkıyla yapın, Türkiye’nin pek çok yerinde, çevre sorunlarımıza doğa kahramanları ile dokunalım.
  • Dünyayı Kurtaran Adım
    July 30, 2013
    TEMA Vakfı, Dünyayı Kurtaran Adım projesi ile, doğa ve çevre problemlerinin tespit ve çözümünde en önemli unsur olan yerel farkındalık ve mücadele kapasitesini geliştirmeyi amaçlıyor.
    Uzun zamandır kendi yakın çevremizde de şahit olduğumuz doğa problemlerine kayıtsız kalmak hiç birimiz için mümkün değil. Kimi zaman bilgimiz dahilinde olmadan bir ormanın yok edildiğini okuyoruz. Kimi zaman kendi mahallemizde bir yeşil alanın yok oluşunu görüyor ancak kendimiz, çocuklarımız ve bizden sonraki tüm nesiller için doğanın daha çok yanında bir yaklaşımı nasıl ortaya koyacağımızı bilemiyoruz, çaresiz kalıyoruz.
    “Dünyayı Kurtaran Adım” projesi, çaresizliğimizi bir şeyleri değiştirme gücüne dönüştürüyor.
    Dünyayı Kurtaran Adım projesi ile, gençlerin doğanın korunması ve geleceği konularında söz sahibi olmaları ve kendi yaşadıkları bölgedeki çevresel sorunlarla mücadele kapasitelerinin geliştirilmesi hedefleniyor.

    Proje Uygulaması
    Proje, Türkiye’nin seçilen 50 ilinde,  100 üniversite öğrencisini kapsamlı bir çevre eğitimi ve liderlik programına tabi tutuyor. Bu 100 genç, özel bir eğitim programıyla, öğrendiklerini 2.500 üniversite öğrencisine daha aktarıyor. Gençler, programın sonunda kendi yaşadıkları illerdeki, yerel doğa sorunlarını farklı bir bakış açısıyla ele alıyorlar. Bunun ardından bu doğa sorunlarına çözüm olabilecek projeler oluşturmayı ve yerel katılımla hayata geçirmeyi hedefliyorlar. Aldıkları eğitimin içeriği, hem çevresel sorunları tespit etmekte ve bu sorunlarla mücadeleyi projelendirmekte, hem de projenin başarıya ulaşabilmesi için yerel kanalların nasıl kullanılacağı konusunda onlara rehberlik edecek.
    Örnek Proje: Isparta, Süleyman Demirel Üniversitesinde ağaçlandırılmış bir alana yapılmak istenen yeni bina çalışması esnasında pek çok ağacın kesilmesi söz konusu iken, buradaki gençler yaptıkları farkındalık ve savunuculuk faaliyetleri ile konuyu kentin gündemine taşımışlardır. Kampanyalar düzenleyerek üniversite yönetimine geri adım attırmış ve tetikledikleri farklı kanallar sayesinde başlamış olan ağaç kesimini durdurmayı başarmışlardır. Alandaki ağaçların büyük kısmının farklı bir bölgeye taşınmasını sağlayarak yaşamasına imkan sağlamışlardır. Ayrıca yürütülen bu yerel mücadele sonucunda üniversite yönetimi tüm bu alandaki ağaçların 3 katı kadar ağaç dikme sözü vermiş ve ağaçlandırma çalışmaları için bu gençlere kampus içerisinde alan tahsis etmiştir.

    Hedef Kitle
    50 ilde çevre sorunları hakkında farkındalık kazanarak, bu sorunlarla mücadele yöntemleri ve yerel işbirlikleri konusunda eğitilmiş 2,600 üniversiteli genç.

    Proje Bütçesi
    Proje Bütçesi: 286,000 TL
    Her 110 TL’lik bağış, bir üniversiteli genci, çevre sorunları ve doğanın korunması konusunda donanımlı olarak harekete geçirecek.
  • TEMA Hakkında
    July 30, 2013
    TEMA, Türkiye Erozyonla Mücadele, Ağaçlandırma ve Doğal Varlıkları Koruma Vakfı
    Toprak Dede Hayrettin Karaca ve Yaprak Dede A. Nihat Gökyiğit 11 Eylül 1992’de TEMA Vakfı’nı kurdular.  İlk başta bir avuç gönüllüydüler. Toprağın, ormanın, suyun, biyolojik çeşitliliğin değerini anlattıkça sayıları arttı.  Toprak değerliydi, çünkü yaşam demekti. Bunun için de her yaştan gönüllüye ihtiyaç vardı. Minik TEMA, Yavru TEMA, Genç TEMA, Mezun TEMA, il ve ilçe Temsilcilikleri faaliyete geçti. TEMA gönüllüleri 20 yılda 475.000′e ulaştı.
    Halkımıza, karar vericilere yoksulluğun, açlığın, göçün kaynağı olan erozyonun kader olmadığını anlatmak gerekliydi. Sorun kırsalda yaşanıyordu, bunun için köylerde örnek mera ıslah ve kırsal kalkınma projeleri uygulandı. TEMA 20 yılda 152 kırsal kalkınma, biyolojik çeşitliği koruma ve ağaçlandırma projesi gerçekleştirdi.
    Toprağın üzerinde yeşil örtü olmayınca suyla, rüzgarla aşınıp taşınıyor, erozyona uğruyordu.  1 cm toprağın oluşması için binlerce yıl gerekirken,ülkemiz yılda 743 milyon ton verimli üst toprağını erozyonla yitiriyordu. Ülke genelinde ağaçlandırma seferberliği başlatıldı. TEMA 20 yılda halkın ve destekçilerinin katkıları ile 11 milyon fidan dikilmesini ve 700 milyon meşe tohumu ekilmesini sağladı.
    Toprağı korumak için bunlar tek başına yeterli değildi. TEMA 1998 yılında Mera Kanunu, 2005 yılında da Toprak Kanunu’nun çıkarılmasına önemli katkı sağladı. Doğal varlıklarımızı korumak için açılan ve müdahil olunan 179 davanın 83’ü kazanıldı.
    Kamuoyunun bilinçlenmesi ve harekete geçmesi için eğitime öncelik verildi. TEMA 20 yılda yüz binlerce kişiye eğitim verdi.
    Tüm bu çalışmalarıyla Vakıf 20’nci yaşına girdiği 2012 yılında Birleşmiş Milletler Çölleşmeyle Mücadele Sekreteryası tarafından dünya ilk kez verilen Land for Life – Yaşam İçin Toprak Ödülü’nü aldı. 
    TEMA’yi Sosyal Medyada Takip Etmek İçin:  twitter.com/temavakfi1992 | facebook.com/temavakfi
    TEMA’ya Ulaşmak İçin: tema.org.tr | tema@tema.org.tr
  • 35. Kıtalararası İstanbul Avrasya Maratonu
    July 30, 2013
    35. Kıtalararası İstanbul Avrasya Maratonu 17 Kasım 2013 Pazar günü koşulacak.
    http://www.istanbulmarathon.org/tr
  • 3 Agustos Cumartesi AA Koşu yarışı var!
    July 28, 2013

    (scroll down for English)Merhaba,
    Tatil mevsimi, bayrama erken kaçanlar vesaire derken İstanbul epey boşalacak herhalde bu hafta sonu AMA KALANLAR BİZİM!
    Her ayın ilk cumartesi gibi bu ay da AA Koşu için Belgrad Ormanı’nda buluşuyoruz. İlk kez AA Koşu’ya katılacak olanlar en geç 2 Agustos Cuma öglene kadar  bu linkten yarışa bir kereye mahsus kayıtlarını yaptırabilirler.
    Daha önce yarışa katılanlar sadece barkodlu gogus numarasını basıp gelecekler, unutmayın barkodlu gogus numarası yoksa sonuç yok! Gogus numarasını bulamayanlar aakosu@adimadim.org‘a mail atabilirler. Unutmayın, barkodlu göğüs numarası yoksa sonuç yok.
    Tarih: 3 Agustos Cumartesi
    Yer: Belgrad Ormanı Neşet Suyu 6k Parkuru
    Toplanma/Isınma: 9.00
    Yarış: 9.30
    Azami sure 60 dakika.
    Cumartesi ormanda gorusmek uzere, sevgiler
    AA Koşu ekibi adına
    Suna
    —-
    The August Adım Adım Fun Run will be held as usual on the first Saturday of each month. If you will be participating for the first time please fill out the race registration form here (you only need to do this once) latest by Friday 2 August, noon. If you are already registered just print our your barcoded bib number and come to the race. If you cannot find your barcoded bib number request a new mail by writing to aakosu@adimadim.org. Don’t forget, no bib number no result!
    Date: 3 August Saturday
    Place: Belgrad Forest 6k Neşet Suyu Track
    Warm up: 9.00
    Start: 9.30
    (Cut-off 60 min)
    AA Fun Run team
Headlines by FeedBurner

------------------------------------------------------------------------------------------------------------

  • Kene
    June 13, 2013
    Bu kadar zamandır ormanda koşmama rağmen kene ile tanışmam anca geçen hafta sonuna kısmet oldu. Belgrad Ormanları’nda koşarken geyik, yaban domuzu, köpek, manda ve tilki görmüşsem de keneye hiç denk gelmemiştim. Oysa bir dönem kene magazin gündemini feci meşgul etmiş, halkımızda ciddi bir paranoyaya yol açmıştı. Bu sebeple ben de bacağımdaki arkadaşı ilk fark ettiğim anda önce bir ürperdim.


    Hayatımdaki bir önceki kene ise, köpekli bir evde misafir olduğu bir Almanya gezisi sonrası annemin sırtında vatan topraklarına giren “Das Kene” idi. O zaman anneannem sigara külü ile ovalanınca çıkacağını iddia etmiş, ailecek günlerce her türlü malzeme ile hayvanı ovalamış ama çıkartamamıştık. Sonra sağlık ocağından edindiğimiz bilgi ile “saat yönünün tersine çevirmek sureti ile” keneyi annemin sırtından çıkartmıştık. Halbuki güncel bilgiler bunu da yapmamayı öneriyor.

    Kenenin Tehlikesi

    Öncelikle bu kene olayında bana her hemşire ve doktorun söylediği ilk cümleyi paylaşmakta fayda var; “Merak etmeyin bizim coğrafyadaki kenelerde bir risk olmuyor…” Tabii bu bir güvence değil, insan gene de önlemini almak istiyor. Ben de bacağımdaki keneyi ilk fark ettiğimde hemen internete baktım ne yapmak lazım diye. Çeşitli özel aparatlardan özel yöntemlere kadar öneriler var ama çoğu güvenilir kaynak, kenenin bir sağlık görevlisi tarafından çıkartılmasında hemfikir.
    Aslında kenenin tehlikesini biraz açmak lazım. Kene yılan gibi soktuğu veya ısırdığı anda zarar veren bir hayvan değil. Kenenin bütün derdi karnını doyurmak. Bunu da kanını emdiği canlılar sayesinde yapıyor. Yani kenenin bir zehri yok. En azından bahsedildiği gibi bizim coğrafyalardakilerde yok. Tehlike şu; kene kan emdikçe midesi de kanla doluyor. Olası bir rahatsız edilme durumunda kene refleks olarak karnındaki emmiş olduğu kanı damarlara geri püskürtüyor. Bu da daha önceden midesinde bakteri veya kirli kan varsa bunun bizim kan dolaşım sistemimize karışmasına yol açıyor. Yani keneyi gördüğümüz anda panik yapmaya gerek yok. Bilakis sakin olup keneyi de heyecanlandırmamak lazım diyebiliriz.

    Keneyi Çıkartma Yöntemi

    Internette bir çok yöntem anlatılıyor ama ben tıbbi müdaheleyi doğru bulduğum için diğer yöntemlere referans olmak istemiyorum. (itiraf edeyim yeri gelmişken; ben de hastane ile uğraşmadan önce bu yöntemler içinde en mantıklısı gözüktüğü için keneyi sıvı sabuna boğarak kaçırmayı denedim, ama arkadaş sadece arka ayaklarını oynatmakla yetindi) Keneyi çekmek, doğrudan elle çıkartmaya çalışmak da yanlış, çünkü kene kafası ve ön bacakları ile deriye gömülüp kendini epey bir sağlama alıyor. Özel aparatlar da bu kenetlenmeyi çözecek şekilde tasarlanmış maşa ve kıskaçlar aslında. Sağlık görevlisinin izlediği yöntem ise bir cımbızla hafifçe tutup, ön ayaklarının sabitlendiği noktada deriye minik bir çizik atmak. Bu sayede o alan açılıyor ve kene boşa çıkıyor.

    bir kene ailesi

    Kene çıkartma işinde hastanelerin acil servileri yardımcı oluyor. Ben önce mahallede bulunan özel hastaneye gittim. Hafta sonu olduğu için nöbette bulunan doktor müdahale etmek istemedi, sorumlu cerrahla telefonda görüşünce beni devlet hastanelerine yönlendirdiler. Sebebi az da olsa enfeksiyon olma riski ve bu konuların devlet hastanelerinde daha iyi takip edilmesi.

    Ben de Şişli Etfal Acil Servis’e gittim. Bürokratik işlemler tamamandıktan sonra 10 saniye gibi bir sürede kene çıkartıldı. Ardından şahsi bilgilerim alındı, isim, adres, yaş, irtibat bilgilerim bir deftere işlendi. Aynen kuduz vakası takibi gibi kene için de bir “kene takip formu” var, sizi oraya kaydediyorlar. Maksat sonrasında takip. Ardından kan testleri yapıldı, kana karışmış harici madde var mı diye incelendi. Aynı testler 10 gün sonra tekrar yaptırıp değerleri karşılaştırtmam istendi. Bunu herhangi bir sağlık ocağında da yaptırmak mümkün.

    Ormanda 27km koşmuş bir kene (foto: Oğuz Dölarslan)

    Keneden Korunmak

    Aslında keneden garantili tek korunma yöntemi var o da kene olabilecek yerlere girmemek. Yoksa bu risk orman gibi yerlerde hep var. Ama hakikaten ormanda geçirdiğim toplam saate ve başıma gelen olay sayısına bakarak risk katsayısının çok çok az olduğunu söyleyebilirim. Şansınıza koştuğunuz patika üzerinde aç bir kene varsa yapacak bir şey yok. Wikipeida’da aynen şu cümle var: Bazı keneler konaklarına geçmek üzere beklemek için bitkilere tırmanırlar. Arka ayakları ile otlara tutunurlar ve öndeki bir çift ayakları ile konağa tutunmak üzere beklerler. Bu olay, bitki üzerinde bekleyerek bir çeşit pusuya düşürme şeklidir.” Burada “konak” biz oluyoruz…


    Peki bu durumda ne yapılabilir? Koşudan sonra vücudumuzu detaylı inceleyebiliriz. Koşarken kolları bacakları çok açıkta bırakmayacak giysiler seçebiliriz. Mesela ben o gün kısa çorap yerine uzun çorap giyseydim belki de bu yazıyı okumuyor olacaktınız, çünkü kene tam da çorap koncunun örteceği alana yapışmıştı.
  • Mozart 100
    June 17, 2013

    Yeşillikler İçinde Bir Koşu Festivali

     Mozart100, Avusturya’da ünlü besteci Wolfgang Amadeus Mozart’ın vatanı Salzburg’ta düzenlenen bir koşu festivali. Bu sene 22 Haziran 2013 Cumartesi günü koşulacak. Program dahilinde 5 değişik parkur var; bunlardan üçü bireysel; 100km, 55km, Mozart 100 light (25 km), takımlar için de iki parkur var; 100km ve 55km.

    En uzun parkur olan 100km aslında aynı rota üzerinde birbirine çok yakın 2 turdan oluşuyor. İlk turda 46km lir bir daire çizip başlangıç noktasına geliyorsunuz, ikinci turun ortasında ise Fuschlsee (Fuschl Gölü) çevresinden dolanarak bu sefer birinci turu 9km daha uzatıp 55km koşuyorsunuz.


    Daha kısa bir ultra maraton planlayanlar için sadece 2.tur mesafesinden oluşan 55km lik bir parkur da var.

    Eğer takım olarak koşmak isterseniz 4 atlete sırasıyla şu mesafeler düşüyor; 29km, 16km, 30km ve 25km. Aynı şekilde takım olarak daha kısa mesafe koşmak isteyenler ise 55km lik takım yarışında sırasıyla 16km, 14km, 9km ve 16km koşuyorlar. Start zamanları da bu mesafelere göre ayarlanmış, tüm yarışmacıların yakın zamanlarda bitirmesi düşünülerek farklı saatlerde başlamaları öngörülmüş.


    Kırmızı eklenti 2. turda koşulacak 9km lik fazlalık
    Ben bu sene 100km lik parkura katılıyorum. www.kosturmaca.comadresindeki kişisel blog’um,www.kosugazetesi.comadresinde 4 koşucu arkadaşım ile yazdığımız ortak bloğumuz ve Mert Derman ile www.kosturmaca.com adresinde yayınladığımız podcast sayesinde bu sene organizasyon komitesinin misafiri olarak koşacağım. Her şey yolunda giderse bu yarışı tanımamda esas rolü oynayan tecrübeli koşucu abimiz, ustamız Nejdet Yergök ile beraber koşma şansım da olacak.


    Rota

    Yukarıda da bahsettiğim gibi rota Salzburg’ta merkezde yer alan Mozartplatz’ta (Mozart Meydanı) başlıyor ve bitiyor. Uzun ve kısa parkurlar arasında 1 ve 2 tur gibi bir fark var. Daha önce Salzburg’ta bulunma şansım olmadı ama yakın bölgelerde Avusturya topraklarında bulunmuşluğum olduğu için bizi bekleyen manzaraları ve güzellikleri az çok tahmin edebiliyorum. Avusturya’nın bu bölgesi, özellikle bu mevsimlerde yemyeşil olan ormanlar ve ferah çayırlardan oluşuyor. Tertemiz nefis bir havası var. Şansımız yaver giderse güneşli bir havada koşuyor olacağız.


    Copyright Mozart 100 – Salzburg Running Festival
    Rota köy yolları, orman yolları, toprak patikalar ve asfalt yollardan oluşuyor. Çok teknik ve sert bir parkur olmayacak gibi, raporlar ve rota sunum bilgilerinden edindiğim izlenim bu, bu konuda daha net bilgiyi koştuktan sonra vermem daha sağlıklı olacaktır.



    Eğim grafiği de çok zorlayıcı değil, birinci turda 1.025m dikey kazanım, ikinci turda da 1.150m dikey kazanım olmak üzere toplam 2.175m tırmanacağız. Bu konuda çok milimetrik ölçüm yapılamadığı için sitede bulunan rota grafiği ile veriler arasında ufak sapmalar var.


    Copyright Mozart 100 – Salzburg Running Festival

    Rota köyler ve yerleşim merkezlerinden geçiyor, baştan sona vahşi doğa içinde değilsiniz. Bu sayede aralarda sık ikmal istasyonları var, yerel halktan gönüllüler de çok sayıda.


    Copyright Mozart 100 – Salzburg Running Festival

    Bu yarışı cazip kılan noktalardan birisi de ikmal masalarının neredeyse 7-8km de bir olması. Bu sayede yanımızda fazla yük taşımak gerekmeyecek, sırt çantası ve su taşıma çözümlerine gerek kalmayacak gibi gözüküyor.



    2012 senesinden Bernd Michitsch isimli bir yarışmacının yaptığı yukarıdaki klip parkur ve doğa hakkında gayet güzel fikir veriyor.

    Ulaşım

    Türkiye’den Salzburg’a THY nin direk uçuşu var. Hem de şansımıza bu dönemde indirimli kampanya kapsamında. Tabii sonraki senelerde bu durum değişebilir ama şu anda yaklaşık 230 TL civarında bilet bulmak mümkün.


    Copyright Mozart 100 – Salzburg Running Festival

    Yarışın olduğu şehre doğrudan uçabilmek güzel bir lüks, öteki türlü havaalanı ile yarış noktası arasında tren veya otobüs ile seyahat etmeniz gerekiyor ki bu hem zaman hem de para kaybı demek. Kampayanın tek zayıf tarafı sefer tarihleri. Cumartesi günü koşulacak bir yarış için kayıt günü olarak Cuma’yı da ayırmanız gerekiyor, bir terslik olmazsa da ertesi gün Pazar da dönebilirsiniz. Ama sefer tarihleri en yakın plan olarak Perşembe gidiş Pazartesi dönüş veriyor.


    Copyright Mozart 100 – Salzburg Running Festival

    Salzburg uçuşu denk gelmemesi durumunda Münih üzerinden de trenle ulaşım mümkün. Almanya ve Avusturya tren konforunu göz önünde bulundurursak aslında bu da yorucu olmayan bir seçenek ama işin ek masraf ve zaman boyutu da yok değil.


    Konaklama

    Salzburg, tarihi ve doğası sebebi ile 4 mevsim turist çeken bir şehir. Çok sayıda ve tipte otel ve pansiyon var. Internet rezervasyon siteleri üzerinden her bütçe ve keyfe uygun oda bulunabiliyor, 5 yıldızlı lüks oteller, tarihi binalarda yapılanmış yerel konaklama evleri, yatakhane şeklinde ekonomik pansiyonlar var. Ancak popüler bir şehir olduğu için konaklama işini çok sonlara bırakmamak lazım.


    Yarışın başlangıç ve bitiş noktası Mozart Meydanı
    Copyright Mozart 100 – Salzburg Running Festival


    Yeme İçme

    gel de 100km koşma...

    İtiraf etmeliyim ki bu yarışı düşünürken olumlu yönde karar vermemdeki etkenlerden birisi de yeme içme keyfi idi. Avusturya mutfağı, eski Macar gelenekleri ile de pekişerek nefis seçenekler sunan bir mutfak. Benzer gözle bakarsak Alman kırsalının yemek tarzına göre daha rafine ve lezzetli yemekler bizi bekliyor olacak! Yöresel tatları da araştırıp rapora eklemek lazım diye düşünüyorum, eh 100km koşacaksak sonunda bir ödül de olmalı. Sadece bir T-Shirt için o kadar yol gitmeye değmez…


    Özetle bu yarış maratondan daha uzun mesafe koşmayı planlayanlar ve zaten uzun mesafe koşan ama yarış mesafesini arttırmak isteyenler için güzel olanaklar sunuyor.


    Bu yarışı seçmemdeki etkenler:

    1.      Ulaşımın kolay ve görece olarak ucuz olması
    2.      100km gibi uzun ama teknik açıdan zor olmayan bir parkur olması
    3.      Tur şeklinde koşma fikri oldum olası feci bunaltıcı gelir ama bunu da kırmam gerektiğine inanıyorum, 2 tur da olsa güzel bir fırsat (bir şekilde başlamak lazım) Not: Sevgili Nejdet Yergök geçen hafta katıldığı bir 12 saat yarışında 1km lik parkurda tam 99 tur atarak toplamda 99km koşmuş…
    4.      Alman ve Avusturya kültürünü sevmem ve özellikle bu milletlerin organizasyon ve disiplin anlayışına hayran olmam (toplam mesafe 100km deniyorsa inanın ki o parkur 1cm bile uzun değildir…) Bu gibi uzun yarışlarda organizasyon kalitesi büyük rol oynuyor.
    5.      Parkurun manzarasının güzelliği
    6.      Parkurda kısa aralıklarla ikmal masaları bulunması ve bu sayede yiyecek-içecek taşıma ve daha da önemlisi bunu planlama gereksinimi olmaması
       


  • İznik Ultra 2013 - 80km Orhangazi Parkuru
    April 28, 2013
    Shared Photo
    bitmeye yakın kendi çektiğim fotoğrafım



    Bu sene İznikUltra’nın ikincisini koştum. Alnımın akıyla 80km‘yi bitirdim. Geçen sene ilki düzenlenen yarışta 126km lik parkura kaydolmuş ama 60km noktasında yarışı tek etmiştim. Şaka maka terk ettiğim tek yarış bu oldu şimdiye kadar.

    Yarıştan aylar önce başlayan diz sakatlığım düzenli antrenman yapmamı engellemiş, bu da yarışa kadar yeterince form tutamamama yol açmıştı. İznik parkurunu koşan bilir, ilk yarıda ciddi iki tepe var. Her birine 8-9km tırmanıyorsun, sonra o mesafeleri tekrar iniyorsun. Geçen sene gayet amatörce bu yokuşları son sürat koşarak inmeye kalkışınca zaten zayıf kalmış  dizlerim ilk yokuşta epey sızlandı, ikin yokuşta da bizden buraya kadar dediler. Ben de son 3-4km sini yürüyerek vardığım 60km kontrol noktasında yarışı terk ettim. Görevli arkadaşın çantama takılı çipi kesmeden önce duraklayıp “Emin misin bak kesip çıkartıyorum?” diye sorduğu ve göz göze kaldığımız anı hala gayet net hatırlıyorum. Muhtemelen 1-2 saniye almıştır “Evet kes hadi” demem ama o an koşu hayatım bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti desem yalan olmaz. Gayet uzun bir "1-2 saniye" yaşadım. 

    Sonrası da çok dertli geçti, uzun süre verdiğim kararın doğru olup olmadığını düşündüm. İşin komiği hala da bilmiyorum kararın ne derece doğru olduğunu. Çevremde koşan koşmayan herkes beni kararımda destekledi, devam etsen çok daha kötü olurdu, belki 60km'de değil ama 90km'de hatta 110km'de bırakmak zorunda kalacaktın dediler. Sağlık daha önemli dediler. Bu bile büyük başarı dediler. Ben ama hep “Kral çıplak” diyecek birisini bekledim. Demedi kimse...

    Koşturmaca in-da Hooouse (foto: Başak Gürbüz Derman)

    Derken bu sene geldi çattı. Gene düzensizlik, gene antrenmansız vücut, geçen seneden daha gelişkin bir göbek. Bir de yarışa 4 hafta kala ormanda koşarken düşüp ayak ve dizimi incitmem saçmalığın tuzu biberi oldu. Hatta doktor o dizle bu kadar yakın zamanda koşmamamı, tekrar ederse bu sefer sakatlığın aylar boyu sürebileceğini söyledi. Berbat bir durum. Diyor ki “Olacak diye bir şey yok, belki de dizin hiç arıza çıkarmaz, ama bir çıkarırsa da en az yaz sonuna kadar bir halt edemezsin”. Şu açıdan berbat, bu yaza üç tane yarışa daha kaydoldum, hepsinin uçak, kayıt ve otel masrafları yapıldı bile. Her şey bir yana maddi açıdan sıkıntı. Hadi paraları geri alsan da moral açsından dibe vurur insan böyle bir durumda. Tabii mantık bu durumda ne der? Saçmalama, otur oturduğun yerde, bir çuval inciri berbat etme der.

    Shared Photo
    başlamaya dakikalar kalmış Suna ile Kerem'i öne çağırıyorum (foto: Suna Altan)
    Bunu gayet iyi bildiğim için ben de mantığıma danışmak yerine ultra koşan arkadaşlarıma danıştım.  Farklı mantıkta adamlara danışarak kendi içinde mantıklı bir iş yaptım yani. Onlar ne dedi? Kendini iyi hissediyorsan koş… Sanırım biraz da bunu duymak için o soruyu sormuştum. Doğru yerde doğru adama doğru soruyu sormak önemli. Mesela doktorla konuşurken söz konusu yarışın mesafesi hiç gündeme gelmedi. Ben de 80km koşacağım demedim. “Bir hafta değnek kullansanız iyi olur” diyen adama “Peki haftaya 80km koşsam bişiy olur mu doktor?” demek pek doğru gelmedi.

    Bütün bu yukardakileri niye anlattım? Bu yarışın benim gözümdeki ve kalbimdeki yerini ve Cumartesi sabahı start çizgisinde beklerken kafamda neler dolandığını olabildiğince iyi aktarabilmek için. Bunlar işin iç yüzü. Bundan sonrası yarış raporu tarafı.

    Kerem'le ilk metreler. Sağ köşede Cenk... (foto: Hande Güler)
    Daha iki yaşında emekleyen bir bebek olması gereken İznik Ultra bu sene gayet de yürümeyi öğrenmiş, kendi ayakları üzerinde duran canavar bir yarış halini almış bile. İki sene içinde bu kadar yol alınmış olunması hayret verecek derecede güzel. Koşucusundan yöre halkına kadar bu olayın benimsenmiş olduğunu görmek çok hoş. Katılımda ciddi artış var. Bence bunda uzun mesafe koşuları hakkında yazan, çizen, konuşan bizlerin de payı büyük. Geçen seneden beri uzun mesafeleri koşabilecek insanların sayısı mı arttı ki? Hayır. Bu sene koşanların hepsi istese geçen sene de sular seller gibi koşardı da haberleri yoktu. Hatta bunları okurken “acaba mı?” diyenler varsa aranızda, sizin de haberiniz yok ama seneye koşacaksınız siz de canavar gibi. İşte bu görme ve kabullenme sayesinde bu sene katılımda ciddi artış oldu.

    solda Cenk sağda Kerem (foto. Selim Tuluk)
    Tabii bir yarış ne kadar kalabalık olursa o kadar neşeli ve renkli oluyor. Koşunun içi de dışı da cıvıl cıvıl. Dışı dediğim İznik’in nabzı o iki gün daha bir farklı attı. Sokaklarında renkli simalar dolaştı, köylerinden rengarenk adamlar geçti. Çevre köyler de öyle bir bağrına bastı ki bizleri, herkesin aklı kaldı yerel seyircide. Futbol dünyasında “seyircisiz oynama” cezası vardır ya, biz Türk koşucularda bu ceza ömür boyu var. Özellikle maraton koşanlar bilir, ne Avrasya’da ne de Runtalya’da bir “seyirci” yoktur. Seyredenler ya ne olup bittiğini anlamaya çalışır, ya da anlamaz ve bizim yaptığımızı da gayet anlamsızca bulup laf atar, kendince laf sokar, dalgasını geçer. Bu belki böyle okuyunca çok büyük bir şey gibi gelmeyebilir ama saatlerden beri koşan, artık enerji depolarının sonuna gelmiş ve kafası çok farklı çalışan ve hatta belki de artık kafası çalışmayan birisi için yolun kenarından gelen tek bir alkış veya can-ı gönülden söylenen bir “bravo” nelere bedeldir… Hiçbir doping malzemesi, hiçbir vitamin takviyesi ve hatta hiçbir para ödülü o anda o kadar işe yaramaz. Hep bunu arar koşucunun gözü kulağı, özellikle son kilometrelerde ama bulduğu anca “uzun mesafe koşucusunun yalnızlığı” ile kalır. İznik bu konuda çok farklı işte. Her köyde sanki o köyün askerden dönen delikanlısı gibi karşılanıyorsunuz. Kimse sorgulamıyor yaptığınız işi, o an o köye gelmiş bir misafirsiniz ve tüm köy sizi ayakta alkışlıyor.

    80km kadınlar ikincisi Alessia, Falım reklamında... (Foto: Başak Gürbüz Derman)

    Yarışa destek veren bütün ekiplerde de bu sevinç vardı, aralarda kontrol masalarında bekleyen görevliler çok yardımcı idi. Ki bu zavallılar yarış bitene kadar orda bekliyor. Hatta son koşucu o noktadan geçinde pılını pırtını toplayıp daha ilerideki başka bir istasyona gidiyor destek vermek için. Bir de bu adamların çoğu gönüllü. Desteğin böylesi. Sağlık ekipleri gözümüzün içine bakıyordu her şey yolunda mı diye. Ciddi bir kontrol altındaydık başımıza tatsız bir şey gelmesin diye. Jandarma bir o kadar güler yüzlü idi. Yüzbaşısından astsubayına kadar gördük yol boyu. Hep güleryüzlü hep yardım sever. Emirle güleryüz ve yardım olmaz. Zamanında denedim ben de 15 ay kadar, olmuyor.

    Yarış günü şansımıza hava nefisti. Belki de geçen sene 126m koşanlardan özür diliyordu. Şaka değil, geçen sene ciddi yağmur altında bitirdi uzun parkuru koşanlar. Yağmur koşarken çok dert değil, ama zemin büyük dert. O üzüm bağları oluyor mu sana vıcık vıcık? Bırak koşmayı düz yürümek bile dert çamurda balçıkta. Kaldı ki 14-15 saattir koştuğun bacaklarla daldığını düşün o çamura. Fiziksel olduğu kadar psikolojik savaş. Bu sene daha şanslıydılar, bu şans bitiş sürelerine de yansıdı haliyle. Biz 80km koşucuları da bu şanstan faydalandık, şeker gibi bir havada koştuk parkuru. Hele akşam gün batımına doğru göl kenarında güneş açınca şiir gibi oldu manzara.

    Cenk'le yolda. Hava nefis (foto: Suna Altan)

    Parkur hep dediğimiz gibi sert. Her anlamda sert. O iki tepe çıkışı ve inişi canına okuyor adamın. Yokuş inmek çıkmaktan daha dertli. Çıkarken yavaşlarsın, yürürsün, olmadı durup dinlenirsin. İniş öyle değil ki? Sen koşmasan yer çekimi koşturuyor seni. İnişte koşmak değil koşmamak zor. Koşsan dizler iflas ediyor, koşmayıp fren yapmaya çalışsan üst bacaklar. Arasını bulmak lazım. Hadi buldun diyelim bu sefer de 8-9km o arada kalabilmen lazım. Zor iş yokuş inmek. Ben iyi tarafından yaklaşıp bu tepeleri avantaj haline getirmeye çalıştım. Dedim ki kendi kendime; “Zaten topu topu iki tepe var. Çıkarken yürürüm, inerken de dinlenirim. Eh aralardaki düzlüklerde de koşarım artık bir zahmet. İşte sana yarış bitti bile” Tabii bu kadar kolay olmadı ama gene de işe yaradı. Bir de hiç toplama bakmadım. Ne ne kadar kaldığına baktım ne de ne kadar koşmuş olduğuma. O an orda olduğumu düşündüm, bir sonraki istasyona ne kaldığına baktım. Böyle yaparsan önünde hiç 80km olmuyor koşacak. Hep 6km 7km veya en fazla 19km oluyor. Bir de bunlar istasyon olduğu için her mesafe bitişinde bir ödülcük bekliyor beni. Yani kendimi 80km lik bir yarış değil de 5-6km lik bir sürü yarış koşmaya hazırladım, işe de yaradı. Ama arada berbat yarışlar da koştuğum hatta süründüğüm oldu.

    İznik’e giderken Suna ve Kerem’le beraber koşarız parkuru dedik. Suna yokuşlarda Kerem de düzlüklerde benden kat kat hızlı ve güçlü, bunu bildiğim için başta Cenk’e takılıp biraz önden gittim. Çünkü biliyorum ki ilk yokuşta su kaynatacağım, geri düşeceğim. Bu endişe ile başlarda olabildiğince önden gitmeye çalıştım. Ama tahmin ettiğim gibi ilk çıkışta grubun gerisine düştüm bile. Birileriyle beraber koşmak hem güzel hem de berbat bir şey. Berbatlığı şuradan geliyor, olur da yorulursan ve dinlenmek istersen öndekiler de durup seni bekliyor. Hatta bazen geri koşup seni almaya geliyorlar. Geride kalma şansın yok. Siz gidin yetişirim ben desen de yemiyor, sen koşana kadar bekliyorlar. Feci bir baskı yaratıyor bu da. Kaytaramıyorsun. Yoruluyorsun ama bırakamıyorsun kendini. İşte Kerem ve Suna’nın bu inat desteği çok işime yaradı.

    Kerem Yaman'a sevgi ve saygılarımı iletiyorum bu becerisinden ötürü...
    Valla çalışılmış bir kare değil. Sonradan haberim oldu (foto: Suna Altan, kulaklar: Kerem Yaman)
    Yoksa ya sürem çok daha uzun olurdu ya da bitmezdi gene bu yarış.
    Uzun mesafe koşularında kendimi gayet iyi tanıyorum artık. Dört tane ben var bende, benden içeri... İlk ben ilk çeyrekte neşeli, dünyanın sonuna kadar koşmaya hazır, dinamik, hevesli. Derken ikinci çeyrekte yorulan ve zorlanmaya başlayan ben geliyor. Ama bir üçüncü çeyrekteki Ilgaz var ki, düşman başına... Yorgun, aksi, konuşmayan, aptal aptal şeylere sinirlenen, sorulara cevap vermeyen, kaytarmaya meyilli. Olur da bu üçüncü çeyrek sağ salim atlatabilirsek hala bilimsel açıdan varlığını açıklayamadığım bir dördüncü çeyrek Ilgaz’ı geliyor ki onu da tutabilene aşk olsun. Yerlerde sürünen, vızlaya, bazen sözlük anlamında bile ağlayan o adamın içinden nasıl böyle bir enerji çıkar bilinmez. Belki de bitişe yaklaşma psikolojisidir ama her şey rayına oturuyor, neşem yerine geliyor, bacaklar otomatik pilotta koşmaya başlıyor.

    Her koşuda böyle bu. O dördüncü çeyrek hiç bitmesin istiyorum. Ama hep bitiyor. Oraya gelmek için de hep o saçma üçüncü çeyrekten geçmek lazım. Neyse karışık durum. İznik’te de aynısı oldu, üçüncü çeyrek aşağı yukarı ikinci tepeye denk geldi, cuk oturdu. Ama son bölüm nefisti. Göl kenarı, batan güneş ve ufukta beliren Orhangazi beldesi. Güle oynaya bitirdik o son bölümü.

    Göl kenarına inerken son çeyrek (foto: Suna Altan)

    Bu sene bir de şampiyonumuz vardı İznik’te. Geçen sene tesadüfen tanıştığımız, bir kere Belgrad Ormanı’nda beraber koştuğumuz ve İstanbul’dan döndükten hemen sonra 100km kadınlar dünya şampiyonu olan Amy bizimle idi bu sene. Bizimle dediysem yarış haricinde bizimleydi. Yarış sırasında pek bizlerle vakit geçirmedi, önden gitti, yolu açtı. Parkur rekorunu kırdı. 80km de birinci oldu. Gıkı da çıkmadı. Başka dünya şampiyonu tanımıyorum aslında ama hepsi böyle sessiz, efendi, alçakgönüllü ve bir o kadar da cana yakınsa ne güzel. Yanımızda kedi gibi dolaştı. Amerika’da iki kedisi varmış; Sam ve Ella, belki o yüzdendir... Ben Amy’yi çok sevdim, kaldığı sürece her şeyi sordu, yemekleri denedi, Türkçe kelimeler öğrenmeye çalıştı. Ne gördüyse yedi. Her türlü pis boğazlığımıza eşlik etti. Seneye de gel Amy. Daha Sütlü Nuriye var deneyecek.

    işte sağımda gözüken Amy (foto: muhtemelen çaycı)

    İznik Ultra için pek teknik hazırlık yapma şansım olamadı. Normalde bir antrenman programı izleyerek, belli mesafe ve zaman şemasına göre koşmam gerekirdi. Ama olmadı. Daha doğrusu olamadı. Ben de matematiği bir kenara bırakıp daha “lirik” bir şekilde koşmaya karar verdim. Bu şartlarla koşmak matematiksel açıdan saçma çünkü, biliyorum. İçimden geldiği gibi, antrenman yaparak kazandıklarımla değil de “elimdekilerle” koştum. Bu sebeple çok da teknik bir yarış raporu olmadı bu seferki, farkındayım. Ama zaten katılım, parkur, süreler, eğim gibi şeyleri merak eden sitesinden de öğrenebilir. Ben bu sene bunlara takılmadım pek, uzun bir gezinti mantığında geçti koşu. Eh artık böyle lay lay koşunun raporu da anca bu kadar…

    veee mutlu son... Suna kamerayı fark etmiş (foto: Alessia De Matteis)



  • meandmuesli - Müsli ve Ben!
    March 21, 2013


    Kiloların arttığı ve göbeğimin alıp başını gittiği dönemlerde diyet yapmaya başladım. Yulaf ezmesi ile tanışmam bu yıllara denk gelir. O gün bu gündür yulafla yakın temas halindeyiz, sabahları hava aydınlanmadan koşmak için kalktığımda ilk gördüğüm şey yulaf kavanozu ve süt şişesi olur. Zamanla tadını sevsem ve zevkle yemeye başlasam da bir süre sonra her gün aynı lezzet de sıkıcı olmaya başlıyor. Bu gibi durumlarda yulaf ezmemin içine badem, bal, ceviz,  yaban mersini gibi lezzet arttırıcı ve kendimce faydalı öte-beri koymaya başlarım.

    Derken bir gün meandmuesli ile tanıştım. (Marka her yerde aynen böyle bitişik yazılıyor, ben de bu konularda hassas davranmaya çalıştığımdan kelimeleri bölmeden renk farkı ile ayrıştırarak yazıyorum, yoksa bildiğiniz Müsli ve Ben…) Bu marka sadece internetüzerinden satış yapıyor, adrese ürün gönderiyor. Sitesi çok güzel ve net hazırlanmış, kendilerini ve yaptıkları işi güzel anlatmışlar. Girer girmez insanın canı çekiyor. Olay basit, ana malzeme ve yardımcı malzemeler ile kendi karışımınızı yaratmak.

    gayet net bir site girişi

    Müsli ilk defa bu isim altında İsviçreli bir doktor olan Maximilian Bircher-Benner tarafından hazırlanmış. 1900'lerin başında hastanesindeki hastalar için karışımlar hazırlayan doktor acaba olayın bu noktalara geleceğini biliyor muydu? (meandmuesli sitesinden ustalara saygı bağlamında orijinal  Bircher Muesli karışımından da alabiliyorsunuz)

    Bircher Usta sermayeden tüketirken
    Kendi Müsli'nizi oluşturmak için önce temel malzemeyi seçmeniz gerekiyor, beş değişik seçenek sunuluyor size. Sonra bunun üzerine kuru meyve en son da kuru yemiş ekliyorsunuz. Bu adımları birden fazla tıklarsanız daha çok çeşit eklemiş oluyorsunuz. Hazırladığınız Müsli'nin besin değerlerini de görebiliyorsunuz. En son adımda sizden karışımınıza bir isim vermeniz isteniyor, daha sonra bu isimle aynı karışımdan sipariş edebiliyorsunuz. Bu isim etikete de basılıyor. Yani isim verirken dikkatli olun, kutu bitene kadar gözünüzün önünde kalacak bu isim.


    Hazır karışımlar da gayet akıllıca düşünülmüş, farklı beklentilere cevap veren seçenekler göreceksiniz. Yağ oranı düşük karışım, yüksek karbonhidrat karışımı ve sıkı durun: "Koşucu Karışımı" bile mevcut.

    "denemeee" isimli denememin kutusu ve etiketi...

    Hazırladığınız Müsli ertesi gün adresinize gönderiliyor. Kutuda standart olarak 575gr ürün var. Kullanılan kutu da çok hoş, tepesindeki emniyet katmanını ilk siz açıyorsunuz, esnek kapağı da hava almasını engelliyor. Boşalan kutular bizim evde makarna deposu haline geldi bile.
    Özetle koşu çncesi/sonrası için ufak denemeler ve oyunlar ile lezzetli ve sağlıklı şeyler hazırlamak isterseniz doğru adres burası;


    yazıyı sonuna kadar okuyan uzunmesafe.com 'cular için meandmuesli ailesinden bir de jest geliyor 20 Haziran 2013'e kadar geçerli bir %10 indirim kuponu...
    siparişlerinizde aşağıdaki kodu girerseniz 575gr Müsli'nizi 57,5gr 'ı bizden :)

    kupon: umesafe10p


  • Çekmeköy Ultra Yarışlarım
    March 19, 2013


    Eve Taşınan Çekmeköy Toprağı
    Çekmeköy’de 3. Yarışımı tamamlamış oldum. İlki bir antrenman yarışı kapsamında 15km gidip aynı rotada geri dönecek şekilde 30km idi. Bunu antrenman programı için iki arkadaşımla, Suna ve Kerem’le koşmuştum, hedef 4 saat koşmuş olmaktı. O gördüğüm 15km lik kısımla Çekmeköy’ü hiç sevmemiştim. Derken geçen ay bir 30km parkuruna katıldım bu sefer baştan sonra yarış rotasını koştum, Suna bana eşlik etti. Baştaki 15km bir önceki seferle muhtemelen aynı idi, gene hoşuma gitmedi, tam söylenmeye başlarken güzel yerlerde koşmaya başladık, yavaş yavaş Çekmeköy’ü sevdim.
    İlk 15km git-gel çok anlatacak bir koşu olmadı. İkinci koşu hakkında yazılabilecek şeyler var ama koşu sonrası kağıda dökecek fırsat olmadı, üzerinden zaman geçti. Şimdi bu iki yarışı tek başlık altında toplamak istedim. İşte size son iki yarış ve Çekmeköy anılarım, tecrübelerim.


    ÇEKMEKÖY YOLLARI VE ZEMİNİ
    Çekmeköy yarışları genelde yangın yollarında yapılıyor. Yangın yolları ağaçlık tepeleri yaran geniş yollar. Bu yolların açılmasında iki temel amaç var; ilki yangın çıkarsa alevlerin yayılmasını engellemek için tepeleri bölmek ve boşluklar yaratmak, ikincisi de yangına müdahale edebilmek için araçların her yere kolay ulaşmasını sağlamak. Sanırım bu iki amaç yolların genişliği hakkında yeterince fikir edinmenizi sağlayacaktır. Diğer bir deyişle koşulan yollar tek izli patikalar keçi yolları değil. Geniş ferah yollar, gök yüzü gözüküyor ve ışık alıyor, ama bir o kadar da rüzgara açık, kışın soğuk, yazın da güneş sebebi ile sıcak. Açık alan olduğu için zemin yağıştan çok etkileniyor, kar ve yağmur doğrudan toprağa ulaşıyor. Hele bir de ağır vasıta geçerse yollar epey çamur hatta balçık oluyor. Benim koşularım hep yağışa veya yağış sonrasına denk geldi. Çamurlu zemin yumuşaklık açısından tabanlar ve dizler için bir avantaj sağlasa da basış emniyeti ve adım kontrolü olarak çok dertli. Hem yarattığı enerji kaybı ile yorulmanızı çabuklaştırıyor, hem de kontrolsüz basış bacağın çok farklı kas gruplarını çalıştırıp, normal koşularda güçlenme fırsatı bulamamış bu kaslarda sakatlık riskini arttırıyor.

    Bu açıdan Çekmeköy koşu parkuru olarak zor. Başka bir gözle bakarsak da koşucular için gelişime açık bir parkur denebilir. Zaten yarışlardan çoğunda bu parkura alışık ve bu coğrafyada antrenman yapan koşucular kendilerini çok net belli ediyorlar. Bakiye Duran buna en güzel örneklerden. Parkurun eğim yapısı da kendine has. Düzlük alan çok az. Genelde uzun iniş ve çıkışlar var. Arada sert tepeler olsa da genelde eğimler uzun mesafelere yayılıyor, kendini çok belli etmiyor. Ultra maratonlarda sinsi eğim en kötü şey. Dik bir çıkış veya inişe denk gelince formül basit, vites küçültüp yürürsünüz, hem dinlenir hem de güç tasarrufu yaparsınız. Yemek yeme, hatta bazen üst değiştirme gibi “yan işleri” yokuş çıkarken yapıp zaman kazanırsınız. Ama eğim mesafeye yayılmışsa fark etmeden düzlük temposu ile devam eder ve enerji konusunda cepten yemeye başlarsınız. Bunu fark edip kontrollü gitmek lazım. Çekmeköy’de bu tip eğimler çok, koşsan dik gelen ama yürümeye başlayınca da koşulabilecek gibi gözüken yer bol. Bence parkurun en büyük zorluklarından birisi bu. İkinci zorluk ise toprak yapısı ve çamur. 

    Çiğdem Özcan tepeler ve çamurla kahramanca mücadele ederken (foto:Bakiye Duran)
    O kadar değişik tipte çamuru bir arada görmedim başka yerde. Kaygan sert çamuru da var, bileğe kadar gömüldüğün ve neredeyse ayakkabını tuttuğu gibi çekip ayağından çıkartan çamuru da. Yer geliyor balçık ayağa öyle bir yapışıyor ki ayaklarını onar kilo olmuş gibi hissediyorsun, tabanlarında çamurdan toplarla koşmaya çalışıyorsun. Bazı vadi geçişlerinde dereye dönen alanlarda ıslanmadan geçecek hat ararken kendini bileklerine kadar su içinde bulabiliyorsun. Bazı tepeler o kadar dik ve çamurlu olabiliyor ki attığın adım kadar geri kayıyorsun, aynı hattan ilerlemeye inat edersen bir de bakıyorsun koşu bandı gibi, olduğun yerde sayıyorsun.    

    30K MUD CHALLENGE – TÜRK’ÜN ÇAMURLA İMTİHANI (10.02.201)
    İşte yarış sayılabilecek birinci, Çekmeköy topraklarında ikinci koşum adından da anlaşılacağı gibi tam da çamur mevsiminin zirvesinde yapıldı. Bakiye Duran bu bölgede çeşitli mesafe ve zorluklarda yarışlar düzenliyor. 10 Şubat Pazar günü gerçekleşen bu organizasyonda da 30-40-50km lik parkurlar vardı.

    Kayıt tamam, bir 30km koşması kaldı (foto: Ebru İşseven)

    Ben bir süredir düzenli koşamadığım için haddimi bilerek 30km lik parkura kaydoldum. Bana kalsa o hımbıllıkla 30km ye bile girmezdim ama dostlarım sayesinde kendimi koşar halde buluverdim.

    Yarış Öncesi Kayıt Masası (foto: Bakiye Duran)

    Sağolsun bu gibi durumlarda kulağımı nazikçe çeken Caner Odabaşoğlu hafif nüktelerle gerekli gazı verdi, beni bir an bile yalnız bırakmayan ve yoldaşlık eden Suna Altan da yarışta tempo vericim gibi yanımda koştu. Bunlar önemli şeyler. Uzun mesafede ayak ve bacaklardan çok beyin ve kalp (yürek anlamında) devreye giriyor. Başka bir deyişle yürek devreye girmezse gerisi nafile, bir adım bile atası gelmiyor insanın. Ya güçlü iradeyle geniş bir yüreğin olacak ya da bunlardan yeteri kadar olup oralarda sana da yer açacak dostların. Allaha şükür bende ilkinden biraz çevremde de ikincisinde bol miktarda varmış ki oflaya puflaya koştum bitirdim iki yarışı da! Motivasyon önemli, bazen içten gelecek bazen de dışardan.

    Starta Beş Kala... Heyecan Dorukta!

    Tam yarışa başlayacakken hava kapadı, yağmur indirdi. Start alanı geniş bir düzlüğün kıyısında, tepelerden epey rüzgar alıyor. Kırıcı bir soğuk etkisinde başladık koşmaya. Ama koştukça ısındık, hava da ısındı, hatta bir süre sonra şapka eldiven fazla bile geldi. Başta can sıkan yağmur yol boyu hafifleyerek bize eşlik etti, ferahlatıcı bir seviyede üşütmeden usul usul yağdı. Koşarken kararında yağmur nefis bir şey. Hem manzara güzel oluyor, ışık kırılıyor, renkler canlanıyor insanın içi açılıyor, hem de güzel bir ferahlık veriyor. Üzerinizde ıslanan giysiler başta üşütür gibi olsa da bir süre sonra vücut ısısı ile ısınan bu katman güzel bir izolasyon sağlıyor, ılık ama ıslak bir katmanla koşar oluyorsunuz. Tek risk durmak, durup da vücut soğumaya başlarsa işler fena, o zaman berbat bir üşüme geliyor. İşin sırrı durmadan hareket. Babam eski dalgıçları ve sünger avcılarını anlatırdı, kalın yün kazak giyerlermiş teknik kumaş elbiselerin icadından önce içlerine, ıslanan yün vücut ısısı ile zırh gibi korurmuş suyun altında. Bizimkisi de benzer hesap sanırım.

    Uzun süredir düzenli antrenman yapamadığım için temkinli başladım, Suna ile sabit bir tempo tutturduk, yokuşlarda yürüyerek düzlüklerde de çok yorulmadan koşmaya başladık. Ön grup arayı açtı, biz de herhalde son üçte birin önünde kalacak şekilde ilerlemeye başladık Genelde bu ortalamaya benzer tipte koşucular kalır, gene öyle oldu; süre iddiası olmayanlar ve nispeten daha az tecrübeliler. İlerledikçe aralar iyice açıldı, son 15km yi Suna ile ikimiz koştuk. Başlarda da bahsettiğim gibi parkura anca 15km sonra ısınabildim. Güzel vadilerden geçmeye başladık, yollar daraldı, ağaçlar güzelleşti. Oldum olası koşuların başlarını sevemem, ilk 1 saat işkence gibi gelir. En illet olduğum koşular bir saat veya 10km civarı olanlardır. Tam olaya ısınmaya başlamışken koşu biter. Çekmeköy ’de de bu ısınma kısmı geçtiğinde rota güzelleşti, koşu keyif vermeye başladı.
    otomatik pilota bağlamış koşarken. Arka planda Suna (foto: Bakiye Duran)

    Aralarda su istasyonları vardı, her 10km ye denk gelecek şekilde ayarlanmıştı. Bakiye Abla çoğunda bizleri bekler durumdaydı, bazı kavşaklara da gelip hem yönlendirme yaptı hem de moral takviyesi. O psikolojide dağ başında karşında Bakiye Duran’ı görmek ve güzel sözler duymak çok moral verici. En sevdiğim tarafı Bakiye Abla hep “aman sakin, aceleye gerek yok” der, nefis bir motivasyon bu. Hakikaten de kontrollü gidersen aslında daha hızlı ilerliyorsun. Daha dinç bitiriyorsun yarışı. Biz de kontrollü bir hızla ama hiç durmadan bitirdik yarışımızı. Kimseyle yarışmadan, keyif alarak, yorularak ama mutlu bir biçimde. Bitişte nefis bir masa kurulmuştu, sıcak içecekler, son derce lezzetli yiyecekler. Güler yüzlü ve içten insanlar bizi beklediler, madalyamızı verdiler, tebrik ettiler. Bu yarışların güzelliği arkadaş toplantısı gibi olması. Hep aynı yüzler, hep beraber koştuğumuz sevdiğimiz dostlar. Senden saatlerce önce bitirseler bile gelenleri bekliyorlar, alkışlıyorlar, sana sıcak bir şeyler ikram ediyorlar hemen. Sıkı bir dostluk bu. Bir nevi asker arkadaşlığı.

    Bu yarıştan edindiğim tecrübeler

    1. Uzun süre koşmamışsan da bir yerlerden başlamak lazım. Uzun koşacaksan pat diye yollara atma kendini, git bir patika yarışı bul, 30km toprak yol 21km asfalttan az döver seni.
    2. Koşamam, yorgunum, hazırlıksızım deme, arkadaşlarını dinle. Sen kendi sesin diye omuzundaki şeytanı duyuyorsun, onlar da öteki omuzdaki melekler aslında.
    3. Yol arkadaşı deyip geçme. Mesafe yarıya düşer, hava soğukluğu gider, buraya kadarmış dediğin yerde bir de bakarsın yola koyulmuşsun bile haberin yok. Yol arkadaşı önemli. Ne ya et edin bir iki tane…
    4. O kadar hamlıktan sonra bu kadar koşup da hiçbir ağrı sızı çekmiyorsan, hiç sakatlık yoksa bu vücutta iş var demek ki. Hımbılım şişkoyum diye kendini boşlama. Allahın verdiği kiloyu Allah alır. Yeter ki sen çık koş. Cepteki kilometreler yatırım hesabı ise demek bu günler için biriktirmişsin. Güle güle harca.
    5. Çamurda koşmak ayrı bir dünya. Sevmesen de alış. Bu işin doğasında var bu. F1 pilotu olmak yerine rallici olmayı sen seçtin.
    6. Herkes yokuşlarda niye senden hızlı? Göbekten olabilir mi acaba? Artık birşeyler yapma zamanı gelmiş olmasın?


    45K GECE KOŞUSU – NIGHT BIRDS AND BATS (GECE KUŞLARI VE YARASALAR) 16-17.03.2013

    Bu seneki Çekmeköy Ultra serisinin üçüncü ayağı da 16 Mart Cumartesi’ni Pazar’a bağlayan gece koşuldu. Saat 22:00 de başlayan yarış Pazar sabahı bitti. 38 kişi start aldı, bu sefer herkes aynı parkuru koştu, farklı mesafeler yoktu, herkes 45km sınavını verdi.

    Yarış resmi sitesinden arak parkur haritası


    Caner arkadaşımız o sabah Paris Eco Trail yarışında 80km koştuğu için epey uzaklarda idi, biz de bir eksikle makarna partimizi yapıp yarışa katılmış olduk. Cuma akşamı küçük bir ev organizasyonu ile makarnamızı yedik, Aykut’un 2:58’lik Runtalya Çıkarmasını kutladık, maşallahlı 2:58 mumlu pastasını üfledik. Derken Cumartesi gecesi geldi çattı. Yanlış OGS geçişi ile ilk heycanımızı yaşayarak Çekmeköy’e vardık. Bir hafta öncesinden hava durumu Cumartesi gecesi için soğuk ve yağış veriyordu. Ne yazık ki tuttu da. Cumartesi sabah kalkıp camdan bakınca başta gözlerime inanamadım, damlar karla kaplı idi! Gerçi gün içinde yağan yağmur karları eritse de hava ısınmak bilmedi.

    Kayıt masası ve çadırlar

    Çekmeköy’de kayıt masasına vardığımızda ortalıkta kimseler yoktu, herkes arabalarda oturup bekliyordu. Geldiğimizi görenler korna çalıp oturdukları yerden el salladılar. Kayıt işini halledip arabamıza döndük biz de koşarak. Arabada ne giysek tartışmaları sonucunda yanımızda ne varsa giyme kararı aldık. Derken yarış saati gelince alanda yerimizi aldık. Gene tanıdık yüzler, eş dost çevresi. Zaten bu işle uğraşan, o havada oraya gelip o mesafeyi koşmak isteyecek adam sayısı belli, çoğu da oradaydı.  Tam start öncesi kar başladı. Koşmaya başlayınca da etrafın ince de olsa bir kar tabakası ile kaplı olduğunu gördük. Kar aslında yağmur kadar kırıcı değil, hava nispeten daha yumuşak oluyor. Bir de karlı havada gökyüzü enteresan bir pembelikle kaplanıyor, ara ara kafa fenerini kapatıp gecenin alaca karanlığında bile koştuğumuz oldu.

    o havada o ışıkta en iyi yakalanmış kare. Start öncesi anı fotoğrafı (foto: Bakiye Duran)


    Bu sefer mesafe geçen yarışa göre 1,5 kat daha uzundu, hava soğuktu ve en önemlisi gece şartları vardı. Gene Suna ile beraber koşacaktık. Karanlık açısından şanslı idik, çünkü son 1-2 senedir Belgrad Ormanlarında yaptığımız koşuların çoğu sabahın erken saatlerinde olduğundan neredeyse ilk yarıları hep zifiri karanlıkta geçmişti. Yani karanlıkta kafa feneri ile ormanda koşmak bizim için yeni bir şey değildi. Bu bakımdan kafamız rahattı, beni esas düşündüren mesafe ve zemin idi. Kayıt masasında gene 10km de bir su istasyonu olduğu ama 20. Km noktasında araç giremediği için istasyon kurulamadığı bilgisi geldi. Bunu iyi tarafından almaya çalışıp mesafeyi dilimleme ve zorluğu küçük loklamalar haline getirme için kullandım. Evet belki dört tane 10km olsa daha kolay tüketilebilirdi ama şartla böyleydi, buna uygun çözüm üretmek gerekiyordu. Ben de kendi kendime şöyle dedim; 10km güzel, rahat geçer, ferah ferah suya ulaşırız. Sonrasında 20km daha var ama bu arayı atlattık mı kaldı 10km daha, eh o 10km de 20km nin üzerine çok daha rahat gelir, zaten 40km ye gelmiş olacağız bu şekilde. Son 5km nin de lafı olmaz aramızda. Bu zihinsel üç kağıtlar için Metroda Ultra başlıklı yazıma da göz atabilirsiniz. Böyle diyerek yola koyuldum. Start sonrası çok hızlı gitmesek de ortalara yakın bir yerlerde tempoya oturduk, yavaş ama akıcı bir şekilde koşmaya başladık. İlk tepeler gelince gene aralar açıldı, hızlı arkadaşlar bastı gitti, biz de en arkadakilere arayı açmaya başladık yavaş yavaş. 10km ye kadar üçlü bir grupla yakın koştuk. Bende Garmin yoktu ama 10km den fazla koşmuşuz gibi geldi. Diğerleri de 13km ölçmüşleri koşu saatleri ile. Su noktasında Bakiye Abla bizi bekliyordu, burası 10km bisikletle ölçtük biz dedi. O sırada süre olarak 1 saat 35 dakikadır koştuğumuz görünce ben de yaklaık 11-12km oluğunu tahmin ettim. Bu tür mesafe çelişkileri için Mert’in GPS Nedir ve Koşu Saatlerindeki Hatalar başlıklı nefis yazısına göz atabilirsiniz.

    Bakiye Abla sonra “aman yavaş çocuklar aceleye gerek yok” dedi. Küçükken annelerimizin dediği gibi “gruplar oluşturun, beraber koşun” diye ekledi, meşhur “beraberce oynayın bakiim kavga etmeden arkadaş arkadaş” cümlesi gibi... Teşekkür edip devam ettik. 8km den sonra yanımıza bir köpek takılmıştı, Bakiye Abla köpeği tanıdı, "o şimdi sonuna kadar koşar sizle, alışıktır buralara, benim köpeğim o" dedi. Hakikaten de köpek hep yanımızda geldi, geride kalanı bekledi, gıkını çıkarmadan en dik tepeleri tırmandı, en vıcık çamurlarda bir ceylan gibi sekerek bize eşlik etti. Yalnız oraları iyi biliyor olacak ki son kilometrelerde bir ara kayboldu yanımızdan, geldiğimizde bitiş çizgisinde bizi bekliyordu, büyük ihtimalle kestirme yaptı hınzır.
    bu yarışlarda iki tip çılgın oluyor, ilki koşan çılgınlar, ikincisi de o birinci tip koşacak diye sabahlara kadar bekleyen yardım eden gönüllü çılgınlar. Size teşekkür az kalır...

    10km ve sonrasında her şey nefisti, yavaştan çamur başlasa da zeminin bir önceki sefere göre daha iyi olduğunu konuştuk. Meğer sadece oralar öyleymiş, ilerde bizi neler bekliyormuş. Benim kafamda 10 ile 30km arasındaki 20km lik kısım dönüm noktası idi, yarışın en zor tarafı orasıydı. "O 20km yi iyi geçirebilirsem gerisi kolay" dedim kendi kendime. Ama şansa bak ki parkurun en dertli çamur kısmı da tam o araya denk geldi. Yer yer öyle çamur geçişleri vardı ki yürümek değil, kayıp düşmemek marifet sayılır oldu. Velhasıl iki kere kıç üstü oturmuşluğum da var bu sayede. Küçük bir tuvalet arası verince Bakiye Abla’nın “kardeş kardeş oynayın” dediği grupla aramız açıldı. Suna ile sakin sakin koşmaya başladık. Bir de köpek dostumuz. Derken bata çıka 20-25km civarına geldiğimizde önümüzde birisinin yürüdüğünü fark ettik. Önce koşucu olduğunu anlamadık, üzerinde uzun bir pardesü yağmurluk, sırtında da okul çantası gibi bir sırt çantası vardı. Yanından geçerken selam verdik. 30km ye çok var mı diye sordu. 30km de su istasyonu olduğunu daha mesafe gitmek gerektiğini söyledik. Çamurlu alanda olduğumuz için çok hızlanamadan ilerlerken bu arkadaş da yanımızda koşmaya başladı.

    BAYBURT’LU KOŞUCU SEZER

    ilk ultrası öncesi Sezer
    Yanımızda koşmaya başlayınca yarıştan olduğunu anladık. Başta fazla konuşmasak da uzun mesafe ve patika koşuları konusunda yeni olduğunu düşündüm. Elinde epey büyük bir fener, kafası ve elleri açık ve o hava şartlarına göre korumasız, üzerinde de uzun ve yağmurdan korusa da muhtemelen epey terleten ve rahat koşmasını engelleyen bir yağmurluk.  Bunları kesinlikle malzemelerini küçümsemek veya bu iş öyle değil böyle malzeme ile yapılır ahkamları kesmek için yazmıyorum, sadece uzun mesafe ve arazi koşusu konularında tecrübesiz olduğunu anlama sebebim olarak cümlelere döküyorum. Hakikaten de konuştukça bunlar doğru çıktı. Sezer 30 yaşında, Bayburt’lu ve hızlı bir kısa mesafe koşucusu. Atletizm Şampiyonalarında koşmuş. Hep 400m ve 800m. Hayatında en uzun koşusu 8km, o da bir kereye mahsus. Onun dışında hep hızlı, hep kısa mesafe. Bu katıldığı 118.yarışıymış! İnternette dolanırken bu yarışı görmüş, denemeye karar vermiş. Olabilecek en sert şartlardaki yarışı seçmiş de haberi yok. Çevresinde bu işleri bilen eden olmadığı için de kendince çözümlerle gelmiş, koşmaya başlamış. Bu mesafe için ağır giysileri, feneri ve çantası ona fazladan yük oluyordu. Elleri ve kafası açıkta olduğu için farkına varmadan ısı kaybediyordu, vücudu gereksiz enerji tüketiyordu. Koşarken beslenme konusu aklına gelmediği için saatlerdir bir şey yememişti ve sadece 4 şişe su içmişti, muhtemelen tuz dengesi de alt üst olmuştu, karanlıkta çamurla boğuşarak tek başına ilerlemeye çalışıyordu. İşte biz ona yetiştiğimizde bu halde idi. Biz de çok hızlı koşmadığımızdan bir süre yakın mesafede ilerledik, ufak ufak sohbet ettik, derken biz biraz öne geçtiğimizde arkadan korkunç bir bağırış geldi. Bir an Suna ile bacağını kırdığını sanıp panik içinde geri döndük. Çamura saplanmış ve acı çekiyordu, baldır adalesi top gibi kasılmıştı. Beslenme eksiği ve yorgunluk soğukla da birleşince bacaklarına kramplar girmeye başladı. Su ve yiyecek desteği ile biraz toparlandı, yanımızda devam etmeye başladı. O halde biz de bırakıp ilerlemek istemedik, 30km istasyonuna kadar beraber gidelim dedik. Zaten o ara mesafe hakikaten de koşulacak gibi değildi, çamura bata çıka bazen birbirimizi çeke çeke ilerledik. Sezer’in kafası epey karışmıştı, 45km nin hiç beklemediği gibi olduğunu anlattı. Sonra yarış bittiğinde “nasıl sevdin mi uzun mesafe işini?” diye sorduğumda bunu anca yaşayan anlar, kimseye anlatılamaz bu dedi. 30km istasyonuna varmak günlerimizi aldı gibi geldi bana da. Yürümekten ve çamurdan bacaklarım kütük gibi olmuştu, kendime moral olsun diye “daha ne kötü olabilir ki, az kaldı devam” derken duvar gibi bir tepeye geldik. Düşe kalka tırmanınca tepede Bakiye Abla ve su istasyonunu gördük. Nefis bir andı. Sezer’e dedik ki “Bak sen sporcusun, yazık zarar verme kendine, buralara gelmen bile büyük iş, tadında bırak, arabaya bin, sakatlık çıkarma kendine” Sezer de dedi ki “Yok buraya kadar geldim, ben bu işi bitireceğim” Sezer işi o anda bitirdi zaten o cümle ile de haberi yoktu henüz. Dedim devam edeceksen aç bakim ağzını, bir tane enerji tableti tıkıştırdım ağzına, bir de Snickers verdim yanına, bunu ufak ufak dişle yol boyu, hem tatlı hem tuzlu sana güç verir dedim. Sonra Suna jel verdiyse de o konuda ikna edemedik. Derken Sezer bir nebze tazelenmiş olarak başladı yanımızda koşmaya. Biz koşunca koştu, yürüyünce yürüdü. Gıkı çıkmadı. Sadece arada “Allah sizden razı olsun” dedi durdu, biz de “biz bir şey yapmadık, Allah Tadımca Bar'dan ve senin bacaklarından razı olsun” dedik. Anlattığına göre Bayburt’ta 15 senedir halk koşusunu Sezer kazanırmış. Geçen sene yarıştan önce Kaymakam Hanım yanına çağırıp “Sezer hep sen alıyorsun madalyaları, bırak da başkaları alsın biraz, ne yapacaksın o kadar madalyayı?” demiş. Sezer de “Babam o madalyaları bizim ineklerin boynuna asıyor, sonra satacakken madalyalı inek olarak satıyor, olmaz” demiş. Bana “Abi Avrasya’ya girsem 3,5 saatte koşar mıyım 42km’yi?” diye sorunca bilemedim ne diyeceğimi.

    HER ÇIKIŞIN BİR İNİŞİ, HER YARIŞIN BİR BİTİŞİ…
    30km sonrası daha kolay geçti. Karanlıktan fazla manzara göremedik ama yakın çevreden o kısımların geçen sefer hayran kaldığımız vadi olduğunu anladık Suna ile. Tanıdık yerlere gelmek de moral oluyor insana. Esas moral şu oldu bana, 30km de Bakiye Abla’ya “herhalde en arkada biz varız değil mi?” diye sorunca “Ne en arkası, 38 kişi başladı siz daha 18.inci geldiniz cevabını aldık. Derken düşe kalka 40km noktasına vardık. Sezer’le tam birbirimizi kutluyor övgüler yağdırıyorduk ki Suna bizi payladı “Beyler daha bitmedi, 5km var hadi bakalım” Kendimize gelip yola koyulduk. Yorgunluktan kambur pozisyonda koştuğumu fark edip kendimi toparlamaya çalışsam da biraz sonra kendimi gene iki büklüm koşar vaziyette buluyordum. Sırt ve karın bölgelerimin ne kadar zayıf kaldığını düşündüm gene.
    Çekmeköy'ün gediklilerinden Ufuk Abi madalyasına kavuşurken 

    Derken tanıdık tepelere vardık, ufukta bitişten önceki son tepe ve evler belirdi. Hava da aydınlanmaya başladı. Suna’ya saat kaç diye sordum, 7,5 saattir koştuğumuzu öğrendim. Oh bir rahatlama geldi ki sormayın, niye biliyor musunuz? Çünkü her ne kadar yarışmıyor olsanız da eğer bitişe yakın tam saate yakın bir sürede iseniz, kafa karışır, anlamsız bir gaz gelir. Mesela o an 7,5 saat değil de 6:50 veya 7:50 olsa idi diyecektik ki “Aman hadi dişimizi sıkalım da 7 saat veya 8 saat olmadan tamamlayalım” Allah'a şükür böyle bir son dakika gerginliği de olmadı, yumuşak yumuşak indik tepeden, çadıra vardık koşarak. Yorgun ama başlar dik.
    yarış sonrası Çekmeköy Ultra Ocakbaşı

    Arkadaşlarımız karşıladı bizi bağıra çağıra. Hemen sıcak çay, mangala yakın tabureler. Ve çadır içinde ben diyeyim 10 çeşit siz deyin 20 çeşit “serpme kahvaltı”… Ama yol boyu enerji içeceği içmekten benim mide dükkanı kapamıştı, bir iki haşlanmış patates tırtıklayıp ateş başına döndüm.
    canavar bitiş masası

    Aykut, Kerem ve Alessia delileri bizden 2 saat önce bitirip bizi beklemişler. Üst baş değiştik, diğer arkadaşlarla helalleştik ve yola koyulduk.

    En güzeli de benim o Cumartesi akşamı yarış olduğunu unutup ertesi sabaha eve kahvaltıya misafir çağırmış olmamdı. Eve 07:00 de girip 2 saat uyudum, sonra kahvaltıda ev sahipliği yaptım. Ev sahipliği dediğim de, oturduğum yerden her şeye “Karıcıım çok güzel olmuş valla eline sağlık” diyerek 10 fincan kahve içmek… Ha bir de sabah o arada gidip marketten taze kaymak aldım. O da nefisti.


    Bu yarıştan edindiğim tecrübeler
    1. Gece koşacaksan sağlam kafa feneri bul, mutlaka yedek pil hatta fener taşı. Öve öve bitiremediğim kafa fenerim soğukta 6 saat sonra kendini aydınlatamaz oldu, hem de sıfır pille başladığım halde.
    2.  Uzun koşacaksan o göbeği bırak artık. Zaten arkada çanta taşıyorsun, bir de önde taşıma.
    3. Ne kadar antrenmansız olsan da yayma, kalk koş. Böyle şeyleri böyle durumlarda bitirmek feci motive edici.
    4. Yol arkadaşı önemli. Suna seni son 15km de çekmese 10 saatte zor bitirirdin valla.
    5. Yarış tarihlerini adam gibi not et, program yapmadan önce o hafta sonu ne var ne yok iyi bak.
    6. 45km bazen 30km den kolay olabilir, akıllı olup akıllı koşarsan. Akıllı değilsen de akıllı arkadaş bul kendine, o da kabul.
    7. Yarışlara fotoğraf makinesi götür. Yol boyu taşımasan da bitişte bir iki kare çekersin, bir araba yazı yazıyorsun, kuru kuru hiç çekilmiyor… Tüm fotoğraflar sağdan soldan arak.

  • Adalarda Koşmak
    June 21, 2012



    Her ne kadar mevsimlerden yazı sevmesem, deniz mahsullerini ağzıma sürmesem ve bırakın yüzmeyi ayağımı bile denize sokmaktan kaçınsam da bakıldığında doğma büyüme “ada çocuğuyum” dur. Bir şekilde doğduğum seneden beri her yaz Burgazada’da ev kiralandı ve ben bazen yazın tümünü bazen de sadece birkaç gününü adada geçirdim. Çocukken her şeyiyle çekici gelen ada, yaş arttıkça eski değerini kaybetti, artık benden çok iki kızımın hayallerini süsler, o yaşlarda beni mutlu ettiği gibi şimdi de onları mutlu eder oldu. Sonuçta bir şekilde adadan kopamaz ve her fırsatta gelir gider olduk. Ben de çocukluğumdan beri başka işler peşinde koştuğum sokaklar ve ormanlarda son yıllarımın sevdası peşinde koşmaya başladım.


    “Prens Adaları” ismi ile bilinen ama halk arasında sadece “Adalar” olarak anılan bu dört ada aslında burnumuzun dibinde. Hele son yıllarda artan alternatif ulaşım ile seyahat iyice kolaylaştı. Eskiden sadece Sirkeci ve Bostancı’dan vapurla ulaşılabilinen adalara artık Kabataş’tan ve Bostancı’dan sık vapur, deniz otobüsü ve motor seferleri ile ulaşmak çok kolay. İstanbul tarafından sırayla dört adanın adı geçer hep; Kınalı, Burgaz, Heybeli ve Büyükada.


    Bunlar yaz kış en çok oturulan adalardır ama ayrıca özel mülk olan ve Burgaz’ın tam karşısında yer alan Kaşık Adası, Büyükada’nın arkasında kalan ve fazla el değiştirmeyen mülkleri ile yıllardır kendi halkına sahip ve hafta sonu piknikçilerine sağla(ma)dığı sosyal imkanlarla tercih edilmeyen, bu sebeple de  “halka açık” olmayan ve hatta çoğu kişi tarafınca varlığı bile bilinmeyen Sedef Adası, Büyükada’nn arkasında kalan ve anca büyük tur yapanların fark edebileceği ufak Tavşan Adası, bir de hep uzaktan gözüken ve bizim üst kuşağın politik anılardan adını hatırlayacağı Yassıada ve yanında bomboş yatan amcaoğlu  Sivriada da aslında bu takımadalar ailesinin fertleridir. Çok eskilere uzanan ada halkı günümüzde en eski sahiplerinden Rumlar, Museviler, Ermeniler, Hıristiyanlar ve Müslümanlardan oluşur. Her adanın da kendine göre bir “azınlık çoğunluğu” vardır, yani bu bahsi geçen “azınlıklar” her adada farklı olacak şekilde “çoğunluğu” oluşturur. Haliyle ufak gruplaşmalar olsa da iç içe ve sakin bir beraberlik her ada için geçerlidir.

    Başka bir gözle Burgaz çarşısında "sakin beraberlik"

    Geçen senelerde koşu sebebi ile tanıştığım, yazıştıkça samimi olduğum ve içindeki Türkiye aşkı ile hiç üşenmeden kalkıp Atina’dan Avrasya Maratonu’nu koşmaya gelen 3 Yunan ihtiyar delikanlıdan biri olan Pavlos’un anneannesinin Burgazlı (kendi dilinde Antigoni) olduğunu öğrendiğimde hiç şaşırmamıştım.

    Burgaz'ın tepesinden Kaşık Adası ve sağdan ucu gözüken Heybeli

    Bu kadar senenizi adalarda geçirince bir şekilde diğer adalar ile de bağlantılarınız oluyor ve kendi adanız dışında da zaman geçiriyorsunuz. Burgaz kadar yakından tanımasam da diğer adalar hakkında da koşu parkuru olarak yorum yapabileceğimi düşünüyorum. Birbirlerine çok yakın olsalar da aslında adalar arasında yapı olarak farklar var. Kabaca tüm adaları asfalt parkular ve tepeye ulaşabileceğiniz patikalar olarak düşünebilirsiniz Adaların tümü günübirlik koşu odaklı geziler için ideal olabilir. Yolları bilmenize veya harita okumanıza da çok gerek yok. Sonuçta fazla uzaklaşma şansınız yok, eninde sonunda dönüp dolaşıp aynı noktaya varacaksınızdır. Gene de genel yapı ve rotalar hakkında Google Earth üzerinden yapacağınız kaba bir inceleme fikir vermesi açısından yeterli olacaktır.
    Google Earth 'ten Kınalı

    Kınalı diğer kardeşlerine göre çok daha dik yokuşlara sahip. Ada çevresini asfalt yoldan tur olarak dönmek mümkün değil, ama sokaklarında koşmak İstanbul’dan kaçıp gelince gayet dinlendirici olabilir. Vapurla ilk varılan, dolayısıyla en yakın ada. Kınalı’nın bizi ilgilendirebilecek diğer bir özelliği de koşu sonrası kendinizi denize atmak isterseniz hemen vapur iskelesinden iner inmez göreceğiniz halk plajı.

    Google Earth'ten Burgaz

     Burgaz asfalttan ayrılmadığınız sürece eğim olarak daha sevimlidir, ne yazık ki tur olarak tamamlanabilecek bir rotası bulunmaz. Asfalttan ulaşabileceğiniz en uç nokta Kalpazankaya, sonrasında ya geri döneceksiniz ya da ormana dalıp yön bulma duygularını ile turu tamamlayacaksınız. 2003 senesinde Burgaz ormanlarının tamamına yakını yandı. Ağaçlandırma çalışmaları yapılmış olsa da bunca yıl sonra hala tek tük çalıdan başka bir bitki yok tepelerde. Bu da adayı hem “küçük” gösteriyor, hem de kurak ve sıcak bir iklime mecbur bırakıyor. Burgaz’ın en tepesine, Hristos’a koşarak çıkabilir ve yangın yolarından oluşan 2.200m lik bir turu tekrarlayarak koşabilirsiniz. Bu tur adanın çevresini döner ve açıdan adayı görme şansınız olur.
    Google Earth'ten Heybeli

    Heybeli asfalttan koşarak turlayabileceğiniz ve sakin bir ada. Çarşıdan başlayan rotanın başı yokuşlu olsa da adanın arka taraflarında güzel çam ağaçları altında sakin sakin koşma şansınız var. Bu sene” İstanbul 5 Days” oryantiring etkinliğinin bir ayağı Heybeli’de koşulmuştu, Caner’in yazısıolayı ve adayı çok daha detaylı anlatmaya yardımcı olacaktır.
    Google Earth'ten Büyükada

    Bir iki yazdır bir aile dostumuz sayesinde Büyükada’da kalma şansımız oldu, ben de günlerimi Büyükada’nın meşhur “Büyük Tur”unu koşarak geçirdim. Asfalt koşusu açısından belki de en verimli ada Büyükada. Yaklaşık 12km lir bir turu fazla eğim tırmanmaya gerek kalmadan tamamlayabiliyorsunuz. Gene de Lunapark mevkii sonrası bir iki hatırı sayılır yokuş var. Başlarda yol boyu marketler bakkallar da var, yiyecek içecek taşımama adına güzel fırsat. Büyükada meraklısına orta halli güzel bir parkur sunuyor. Yeme içme ve çarşı açısından da en zengin ada Büyükada. O kadar “şehirleşmiş” ki dikkat etmezseniz karşıdan karşıya geçerken ezilme riski bile var. Yeri gelmişken adalarda iç ulaşımdan da bahsedelim, yılardır tüm ulaşım at arabaları, faytonlar ile sağlanıyor. Zamanla bir şekilde punduna uydurulup resmi hizmete mahsusu motorlu araçlar doldurulmuş olsa da adaların en büyük keyfi hala Fayton Sevdası denebilir. Büyükada’nın tepe noktası Aya Yorgi, buranın dini açıdan önemi ayrı, her sene özel bir günde genciden yaşlısına bir çok Hristiyan, tepede yer alan kiliseye çıkan yolun sonundaki dik ve gayet taşlı parkuru gelenek olarak çıplak ayakla tamamlıyor. Çıplak ayakla koşu meraklılarına da buradan bir selam göndermiş olalım.
    Büyükada'dan Burgaz'a kültür göçü: "Gül Dondurmacı"


    Özetle adalar meraklısına hem asfalt hem de patika koşusu için güzel olanaklar sunuyor. Yapmanız gereken ayakkabılarınızı giyip vapur tarifesine bir göz atmak.Meraklısına detaylı bilgiler burada
  • Taşıma Su İle Değirmen
    January 24, 2012
    Uzun Koşularda Su Taşıma

    Artwork: Water Carrier (Nira Spitz)
    Uzun koşularda yanınızda bulundurmanız gereken en önemli destek malzemelerinden birisi de şüphesiz su. Yeterli miktarda su tüketmeden yapılan uzun performanslar tıbbi açıdan çok ciddi sonuçlar doğurabiliyor. Koştuğunuz rota üzerinde doğal veya insan yapısı su kaynakları bulunmuyorsa, yeterli miktar suyu taşımak başlı başına çözülmesi gereken bir konu olarak karşımıza çıkıyor. Eğer koşu bir yarış ise su sağlanan ara istasyonlar baştan bildirilmiş oluyor, su içme taktiğinizi buna göre belirleyebiliyorsunuz. Patikalar ve dağlarda yapılan çoğu yarışta organizasyon tarafından düzenli aralıklarla su verilse de, koşucuların istasyonlar arası belli kapasitede su taşıyabilecek şekilde donanmış olmaları şart koşuluyor. Su taşımak için tüm dünyanın benimsediği belli başlı yöntemler ve donanımlar var. Hepsinin de kendine göre iyi ve kötü yanlarını sıralayabiliriz, bu konuda tek bir doğrudan bahsetmek pek gerçekçi olmaz. Bu sebeple de her yarışta her koşucunun farklı yöntemler tercih ettiğini görüyoruz. En klasik yöntemleri ve donanımları inceleyelim.
     EL TİPİ MATARALAR

    Elde Taşınabilen Mataralar
    Bu mataralar, kapasiteleri 200ml ile 750ml arasında değişen plastik şişeler. Pazarda genellikle 600ml civarında mataraların öne çıktığını görüyoruz. Daha düşük kapasitede mataralar uzun koşular için yeterli olmayabiliyor. 100ml ve daha küçük mataralar satışta olsa da bunlar genelde sudan çok enerji jeli ve sıvı besin taşımak için tasarlanmış ürünler. Yurt dışında jeller ekonomik olması açısından 500ml veya 1lt lik şişelerde satılabiliyor, yarış öncesi ihtiyacınız kadar jeli bu tip ufak mataralara doldurarak çantanızın askı kayışında veya bel kemerinizde taşıyabiliyorsunuz.
    Jel Taşımak İçin Küçük Şişe

    Su mataraları bahsettiğim gibi daha çok 600ml civarında tercih ediliyor. Sanırım bu hacim, ağırlık olarak uzun saatler elde taşındığında kolları yormayacak ve su ihtiyacını karşılayabilecek optimum değer. Ergonomik açıdan bu tip mataraların ele oturması ve rahat taşınması da gerekiyor.
    El mataralarının ağız kısımları da koşu şartlarına göre tasarlanmış oluyor. Suyun çıktığı parça elle veya dişle rahatça açılıp kapanacak gibi çözülmüş bir mekanizmadan oluşuyor. Şişenin malzemesi de genelde elle sıkılabilecek şekilde yumuşak plastik. Bunun sebebi, kapalı bir hacimden ağzınıza su aktarmaya çalışırken bir de hava akışı ile boğuşmaya gerek kalmadan basitçe şişeyi sıkarak suyu fışkırtabilme şansınız. Bu sayede engebeli bir zeminde veya yüksek tempoda koşarken matarayı ağzınıza dayamadan, sadece dudaklarınıza yaklaştırıp sıkarak su içebiliyorsunuz, aksi taktirde bu gibi sarsıntılı bir anda matarayı ağzınıza dayamaya çalışmak, dudak ve dişlerinize çarpmasına ve canınızın acımasına yol açabilir. Hafif olmasına rağmen alüminyum mataralar bu sebeple koşu için doğru tercih olmayacaktır.
    El tipi mataralarda bulunan bir özellik de el kayışı. Bu kayış mataranın tüm yükünü parmaklarla yaptığınız kavrama hareketine taşıttırmıyor, eli sararak yükü tüm elinize aktarıyor. Dolayısıyla yorgun zamanlarda şişeyi bir de düşmemesi için sıkıca tutmakla uğraşmıyorsunuz. Çoğu marka el matarası bu el kayışına ufak bir cep de ekleyerek ulaşması kolay bir depo alancığı da yaratıyor, buralara jel ve enerji barları gibi kolayca ulaşmanız gereken şeyleri doldurabiliyorsunuz.
    Taşıdığınız suyun sözlük anlamında da "göz önünde" olmasının avantajı büyük. Bu sayede hem kalan su miktarını ve buna bağlı olarak tükettiğiniz miktarı kontrol altında tutabiliyorsunuz, hem de görsel temas olduğu için "su içme" ritüeli aklınıza yer ediyor.
    Öte yandan denge sorunu yaşayabileceğiniz tipte engebeli bir arazide koşarken ellerinizin dolu olması, alışana kadar rahatsızlık hissi yaratabiliyor.
    Herhangi bir su kaynağında kolay ve hızlı şekilde su doldurabiliyorsunuz. Aşırı soğuk veya sıcak hava şartlarında taşıdığınız suyun ısı kontrolü bu tip mataralarda ne yazık ki kolay değil. İzole edilmiş ürünler olsa da dış hava ile doğrudan temas halinde olduğu için içindeki suyu kolay ısıtan veya soğutan sistemlerden bahsediyoruz.
    Artı yönleri:
    - Ucuz satış fiyatı
    - Görsel temas ile su miktarı kontrolü
    - Kolay ve hızlı dolum
    Eksi yönleri:
    - Denge sorunuI
    - Isı yalıtımı
    - Su sesi gürültüsü

    BEL ÇANTASI MATARALARI
    Belde Matara Taşıma Çözümü
    Bunlar da aslında elde taşınan mataraların bele takılabilecek şekilde çantalar içine yerleştirilmiş halleri denebilir. Kullanılan şişeler kapasite, yapı ve malzeme olarak hemen hemen elde taşınanlar ile aynı. Tek fark, bu mataralarınkemerli bel  çantalarına özel gözler içine yerleştirilmeleri. Çanta üzerinde çeşitli boy ve hacimlerde cepler de bulunabiliyor. Taşınan suyun yükü el ve kollara değil doğrudan koşucunun vücuduna biniyor. Bu sayede bel çantalarında daha çok malzemeyi rahatlıkla taşıyabiliyorsunuz. Hatta bazı çantaların dış yüzeyinde bulunan "perlon" denan elastik kayışlara harita, yağmurluk, ceket gibi malzemeleri de sıkıştırabiliyorsunuz.
    El mataralarına göre özel ısı yalıtımları daha başarılı olabiliyor, şişelerin girdiği ceplerdebu amaçla izolasyon katmanları kullanılabiliyor.
    Artı yönleri:
    - Ağırlığı el ve kollara taşıtmaması
    - Ek cepler ve perlonlarla gelen hacim artışı
    Eksi Yönleri:
    - Yüksek fiyatları
    - Koşarken sallantı yapması

    SIRTTA TAŞINAN SU ÇANTALARI
    Su Çantasına En Basit Örnek
    Bunlar aslında sifon denen özel su torbalarının taşındığı küçük ve hafif sırt çantaları. Sifon denen parça, yumuşak plastikten imal edilen, ucunda boru ile özel su içme musluğu bulunan bir torba. 2,5lt ye kadar kapasitelerde üretiliyor, en çok tercih edilenleri 1,5 ve 2lt lik olanları. Artık çoğu performans sırt çantasında da bu tip sifonlar için yer bulunuyor. Bu noktada bir uyarı yapmak lazım, bazı markaların bazı modellerinde satış fiyatı içinde sifon bulunmayabiliyor, çantayı aldıktan sonra su torbasını ayrıca satın almanız gerekebiliyor, sifonlar da çok ucuz parçalar değil, aman hesap yaparken bu ayrıntıyı atlamayalım.
    Vidalı Kapaklı Sifon

    Sifonların su doldurma ağızları da çeşitli şekillerde kilitleniyor, vidalı kapaklar olduğu gibi ağzı komple açılan ve katlanıp sıkıştırılarak kapatılan sifonlar da bulmak mümkün. Kullanım şartlarınıza göre ağzının nasıl kapatıldığına bakmak da önemli. Hızlı bir yarışta su torbasının kapanma detayı ile boğuşmak gereksiz zaman kayıplarına yol açabilir. Veya su torbası çantanın ana hacmi içinde ise ve torbaya ulaşmak için çantanın ana fermuarını açıp dışarı çıkartmanız gerekiyorsa, bu işlem yarış esnasında hele dolu bir çantada epey sıkıntı olacaktır.
    Çantaların içinde yer alan sifonların boruları özel bir yarıktan dışarı çıkıyor, askı kayışı üzerine yerleştirilerek ucu gene askı kayışına bağlanıyor. Su içmek için hortumun ucunu ağzınıza sokup, özel musluğun ucundaki tıpayı dişlerinizle çekmeniz lazım. Su içikten sonra da tıpayı tekrar geri itiyorsunuz. Alışınca kolay bir yöntem.
    Katlanarak Kapatılan Sifon

    Su torbalarını doldurduktan sonra üst kısımda ister istemez bir hava boşluğu kalıyor. Bu havayı boşaltmazsanız attığınız her adımda çalkalanan suyun sesini duyuyorsunuz. Yorgun bir anda ve son derece sessiz bir doğada bu su sesi tahmin edemeyeceğiniz derecede sinir bozucu olabiliyor. Ya da bu durum sizi pek rahatsız etmese de yanınızdaki arkadaşınız için çıldırtıcı boyutta olabilir. Bunu engellemenin en basit yolu, suyu doldurduktan sonra torbanın ağzını kapatıp, tepetaklak edip kalan havanın tümü dışarı atılana kadar suyu emmek. Bundan sonra musluğu kapatıp torbayı normal konumunda çantaya yerleştirirseniz son damlasına kadar boşalsa da ses çıkarmayan bir sifon ile koşabiliyorsunuz. Aynen bel çantalarında olduğu gibi su çantalarının da cepleri hacim açısından kolaylıklar sağlıyor. Dikkat edilmesi gereken bir konu da çantaların sırta iyi oturması.
    Çantada ne kadar su kaldığını ancak tahmin veya ağırlık hissi ile ölçebiliyorsunuz. Bu da kısıtlı su erişimi olan yarışlarda sıvı tüketimi kontrolü açısından dert yaratabilir. Bu işin önde giden markalarından Camelbak bu sorun için minik bir su sayacı geliştirmiş, içtiği suyun miktarını hassas ölçmek isteyenler için çözüm olabilir...
    Artı yönleri:
    - Su taşıma kapasiteri
    - Ek hacimler
    - Ellerin boşta kalması
    - Yükün vücuda dengeli dağılımı
    Eksi Yönleri:
    - Pahallı fiyat
    - Doldurma süresi
    - Kalan su miktarı kontrolü zorluğu
    - Sırtı terletmesi

    Bu klasik yöntemlerden türetilen karma çözümler de mevcut. Mesela el tipi veya bel çantası tipi mataraları sırt çantalarının askı kayışlarına sabitlemek mümkün. Hatta özel pipet sistemleri ile şişeleri bu ceplerden çıkartmadan da su içebiliyorsunuz.
    Askı Kayışında Pipetli Mataralar

    Veya su torbasını bel çantası içine yayan ve yükü bel hizasında taşıtan modeller de var. Yelek gibi giyilen su torbaları da tasarlanmış. Veya bel kayışlarında matara gözü olan sırt çantaları da var.
    Neredeyse Yelek Sayılabilecek Bir Çanta

    Sanırım en doğru yol, yapılacak koşunun karakterine göre seçim yapmak, hatta fırsat varsa tüm yöntemleri denemek ve kendimize en yakın olanı benimsemek. Aynı yarışta bile farklı yöntemleri tercih eden koşucular görüyoruz.
    Bütün bunların ortak noktası, su olmadan "hiç bir bir yere varılamayacağı"






  • Kitap: A Step Beyond
    January 23, 2012

    A Definitive Guide to Ultrarunning

    Don Alison

    Kitabımızın adı "Bir Adım Ötesi: Ultra Koşmak İçin Kapsamlı Bir Rehber". Bu kitaba internette ultra maraton hazırlığı için kaynak bakınırken ulaşmıştım. Daha doğrusu Amerika kökenli UltraRunning dergisine abone olurken aynı sayfada bu kitabın da satıldığını fark ettim. Teknik anlamda bir kaynak olabileceği umudu ile sipariş ettim. Hem dergiye hem de kitabawww.ultrarunning.com sitesindeki yönlendirmelerden ulaşabilirsiniz.

     Klasik Maraton hazırlıkları için internette bir çok kitap bulmak mümkün. Bu kitaplarda neredeyse her türlü bilgi ve program bulunuyor. 12-16 hafta arası sürelere yayılan bu programlar hangi günlerde ne hızda ne mesafeler koşmanız gerektiğinden nasıl besleneceğinize kadar "armut piş - ağzıma düş" bilgileri içeriyor. Kısacası niyeti bozup bir maraton koşma kararı aldığınız zaman, yabancı diliniz de varsa işiniz zor değil. Daha doğrusu bilgiye ulaşması zor değil. Kendi seviyenize göre adapte edebileceğiniz programlarla hazırlanıp belli bir hedef çerçevesinde maraton koşmanız için yazılmış birçok kitap var. Ama bir kaç maratondan sonra 42km lik mesafe size "yetmemeye" başlarsa bu sefer kendinizi internette ultra maraton hazırlık programları ararken bulabiliyorsunuz. İşte ben de bu kitaba tam da bu aşamada ulaştım. Başlarda ultra maraton hazırlığının da klasik maraton hazırlığı gibi matematiksel ve formüllere dayanan bir sistem üzerine kurulduğunu düşünerek, hep maraton döneminden kalma alışkanlıkla yukarda bahsettiğim tip "armut piş" programlar peşinde koştum. Bu beklentiler içindeyken kitabı elime alınca da biraz hayal kırıklığına uğradım.

    Kitap ultra maraton üzerine yazılmış makalelerin toplaması aslında. Bir çok konuda yazılmış değişik makaleler. İlk heyecanla sayfaları karıştırıp aradığım "haftalık antrenman programı" da yok... Zaten konu hakkında biraz internette okuyup araştırmaya başlayınca ultra işinde bu tip formül içeren programlar da olmadığını gördüm. Evet bazı programlar var ama bunlar daha çok kendinize adapte edebileceğiniz antrenman yaklaşımları.

    Kitapta 7 ana bölüm var; Antrenman ve Yarış Tavsiyeleri, Fizyoloji, Tarihçe, Yarışlar ve Mekanlar, Ultra Karakterler (kişiler), Felsefe, Mizah. Her bölüm de çeşitli yazlılardan oluşuyor. Tüm bölümler farklı disiplinden kişilerce yazıldığı için aralarında yaklaşım ve dil olarak da farklılıklar var. Gayet kişisel yaklaşımları yansıtan, deneyim paylaşımı sayılabilecek yazılar kadar bilimsel verilere de dayanan makaleler görebiliyoruz. Çizimi ve fotoğrafı bol bir kitap değil, yaklaşık 550 sayfalık ve üç parmak kalınlığındaki kitabı ilk elinize alıp sayfaları karıştırdığınızda bu anlamda oldukça siyah beyaz ve yazılardan oluşan bir eserle karşılaşıyorsunuz ki aslında bu bilgi yoğunluğunun somut bir göstergesi sayılabilir.

    Son söz: Kitabı tavsiye edebilirim. Internet üzerinde sipariş ettikten kısa süre sonra sorunsuz olarak elime ulaştı. Konu ile ilgili yazılmış kitap çok fazla yok, en azından benim ulaşabildiğim ve internet satışı olan kaynak çok yok. Hem alternatif eksikliği, hem de içerik zenginliği açısından doğru bir seçim olacaktır. Ben de elimden geldiğince yaptığım çeviriler ile blog bünyesinde bu kitaptan makalelere yer vermeye çalışıyorum.

     

  • Geyik Koşuları 2012
    November 18, 2012
    Macera Akademisi-MCR Race Setter tarafından düzenlenen Geyik Koşuları (www.geyikkosulari.com) 2012 senesinde 15 Ocak Pazar günü Belgrad Ormanları Geyik Çiftliği bölgesinde yapıldı. Bu sene yarış günü yağmur yağmaması geçen seneye kıyasla bir avantaj sayılabilse de parkur yağışlı bir haftanın ardınan oldukça çamurlu ve kaygandı. Karlar altındaki orman son derece dinlendirici gözüküyordu. Pek dinlenemesek de katılımcılar olarak bacaklarımız yorgun, sırtımız pek, kalbimiz sevinç dolu ayrıldık ormandan. Organizasyon son derece başarılı idi, sırf koşu parkuru değil, yarış alanı ve çevresi de gayet akıllıca ve güzel kullanılmıştı.
    Yarış fotoğraflarına bakmak için tıklayın
    Yarış sonuçlarına ulaşmak için tıklayın



    Mutfaktakiler
    sabah körü hazırlıklar
    Biraz perde arkasındaki ekipten bahsetmek lazım, Macera Akademisi profesyonel olarak eğitim/yarış/organizasyon alanlarında hizmet veren ticari bir kuruluş aslında. Firmada sözü geçen kişiler de macera yarışçısı, oryentiringçi, maratoncu, ultra maratoncu, kayakçı, bisikletçi, dağcı olunca bu iş artık "iş" olmaktan çıkıp, arkadaşlar için düzenlenen bir "parti" havasına dönüşüyor. Zevkle yola çıkılınca baştan sona tüm etkinlik de mutluluk içinde akıp gidiyor, her şey güzel gelişiyor, oluşan pozitif enerji işlere de yansıyor. O kadar insan o soğukta o çamurda o kadar mesafeyi koşuyorsa, hele bunun sonucunda eline geçen altı üstü seramik bir bardak ise ama gene de tüm yüzler gülüyorsa bu işin içinde bir iş vardır. Mutluluğu çok uzaklarda ve derinlerde aramamak lazım, sebebi gayet basit, işin doğallığı, içten gelerek yapılması, kurulan empati ve iş dünyasının getirdiği profesyonel altyapı.
    Yarışın yapıldığı bölge, yürüme veya koşma amaçlı ormana gidenlerin çoğunun gayet iyi bildiği Neşet Suyu parkurunun doğu kanadı aslında. Neşet Suyu kapısından sağa devam eden yol sizi yaklaşık 1km sonra Yeni Derya Tesisleri'ne getirir, buradan ya sola saparak Ayvat Bendi'ne varır ya da düz gidip Kömürcü Bendi'ne çıkarsınız. İşte o sapağın olduğu nokta Geyik Üretme Çiftliği. Tellerle çevrili bir alan görürsünüz, etrafında da nefis patikalar. Yarış iki senedir bu bölgede yapılıyor. Bu sefer de geçen sene koşulan rotanın aynısı kullanılmak istendi ama fırtınalar sebebi ile devrilen ağaçların parkuru kapatması yarışa iki gün kala son 2km de ufak değişikliklere yol açtı. Geçen haftalarda rota işaretlemek için antrenman koşuları yaparken bu ağaçları görmüş ama yarışı çok da etkilemeyeceiğini düşünmüştüm. Ama yarış günü o kaygan zeminde koşmaya çalışırken bir de koca koca kütüklerin üzerinden atlamaya çalışmanın son derece tehlikeli olabileceğini fark ettim.

    Parkur
    Bu sene 4km ve 14km lik mesafelere ek olarak bir de 28km lik parkur yarışa dahil edildi. 28km lik yarış aslında 2 tur koşulan 14km parkurundan oluşuyor. 4km de toplam 100m, 14km de toplam 350m, 28km de ise toplam 700m tırmanış var. Yani o mesafeyi koşarken inip çıktığınız tepelerin start noktasına göre yükseklik farklarının toplamı "toplam tırmanış". Bu tırmanışlar uzun tek bir yokuştan oluşmasa da tepeleri inip çıkmak orman koşusunun en zor taraflarından biri.
    tırmanış bölümlerineden bir örnek

    Yolda veya Neşet Suyu gibi "evcilleştirilmiş" orman parkurlarında koşmaya alışık olanlar için bu parkur epey kırıcı olabiliyor. Hele bir de böyle soğuk hava ve kaygan zemin eklenince durum iyice zorlaşıyor. Soğuk havada yüksek nabızla koşunca mecburen sık nefes alıyorsunuz, içinize çektiğiniz soğuk hava da nefes borunuzu tahriş etmeye, canınızı yakmaya ve kısa süre sonra sizi öksürtmeye başlıyor. Zeminin kaygan çamur olması da hem tırmanışlarda güç ve zaman kaybetmenize yol açıyor, hem de dik inişlerde ayağınızı yere çok kontrollü basamıyorsunuz. Tırmanışlarda güç kaybı, inişlerde de frenleme çabası ve kayıp düşme endişesi insanı yıldırıyor.
    her çıkışın bir inişi...
    Ormanda koşmanın zor tarafı diye adlandırsak da aslında tepe iniş çıkışları bu işin iyi yanlarından da sayılabilir. Düz yolda yapılan koşularda ayak her adımda yere aynı şekilde basar ve vücutta hep aynı kas grupları çalışır, yorulur. Halbuki orman patikaları gibi inişli çıkışlı ve bozuk zeminli rotalarda ayak her adımı farklı atar, teorik olarak hiç bir adım diğer adımla aynı değildir. Bu da değişik kas gruplarının çalışması ve nabzın inip çıkmasını sağlar. Orman koşusu bu yüzden yol koşusuna göre çok daha "kişisel gelişime"e açık bir branş sayılabilir. Geyik Koşusu parkurları da bu gelişim adına her türlü olanağı yaratacak karakterde idi.
    Rota işaretlemelerini geçen senelere göre daha özenli ve başarılı buldum. Mesafe bilgilerinden yönlendirme bayraklarına kadar gayet başarılı bir çalışma gördük. Geçen sene önde koşan heyecanlı bir grup o psikoloji ile bir sapakta yanlış yönlenmiş ve biraz fazla koşmuştu. Bu endişe ve tecrübe ile bu sene parkur daha hassas işaretlendi ama duyduğuma göre gene de yanlış yöne sapanlar olmuş. Bunu da olumlu karşılamak gerekir, yorgunlukla ve yarış psikolojisi ile insanın kafası çok farlı çalışabiliyor, göz her zamankinden farklı görebiliyor, hatta bazen hiç bir şey göremeyebiliyor. Zevk için antremnan koşusu yaparken etrafınızda olup biten her şeyi takip edip, hayran hayran doğayı seyrederken, yarışta size yandan çılgınlar gibi el sallayan ailenizi fark edemiyebiliyorsunuz. Bu sebeple karlar altındaki patikayı takip edip bayrakları izlemek de her an kolay olmamış olabilir. Gene de parkur işaretlemesinin güzel ve mantıklı olduğunu düşünüyorum.
    Parkur ve yarış hakkında biraz daha detay isterseniz ve hatta parkurun haritasına ulaşmak isterseniz Caner'in yazısına bir göz atın derim

    İstasyonlar ve Zaman Kontrolü 
    Bu sene zamanlama için farklı bir yöntem kullanıldı. Daha çok oryantiring ve macera yarışlarında kullanılan çipler dağıtıldı. Koşularda üzerinizde taşıyacağınız bir çip verilir, siz de belirli noktalara kurulan okuyucuların yer aldığı halı veya kapılardan koşarak geçersiniz, sistem bu çipi okur. Bu sayede koşunuza devam eder, kontrol için ayrıca bir efor ve zaman sarf etmezsiniz. Bu sene kullanılan sistemde ise çipinizi kontrol noktalarında akbil basar gibi okutmanız gerekiyordu. Hatta çipin ucunu kontrol cihazındaki bir yuvaya sokmanız gerekiyordu.
    çip okutma töreni

    Başta düşününce bu bana biraz ters geldi. Sonuçta koşarken durup akbil basar gibi bir aleti başka bir alete hizalamaya çalışma fikri yarış dinamiklerine aykırı gibi gözüktü. Ama kontrol noktalarının mecburen hız kesilen tırmanış veya dönüşlere denk gelmesi ve tüm kontrol cihazlarını görevlilerin ellerinde tutması endişelerimi boşa çıkardı. Bu sistemin bir avantajı da yarış bittiği anda kontrol masasından tüm ara zaman ve genel zamanlamanızı gösteren, kasa fişi benzeri bir belge almanız. Genel sonuçların da yarış biter bitmez liste olarak asılabilmesi.
    Caner sonuçları asarken
    Su istasyonlarında şişe veya bardak servis edilmedi. Bu konu yarıştan önce özellikle duyuruldu. Bir yarışın çevreye verebileceği en büyük zarar herhalde etrafa atılan bardak ve içecek çöpleridir. Hele ki bu pislik orman gibi temizlenmesi güç bir parkurda olursa. Bardak veya şişelerin sağa sola atılması durumunda iki seçenek kalıyor, ya kirli bırakılmış bir orman, ya da yarış sonrası çöp toplamaktan canı çıkmış bir ekip. Bu sebeple koşucuların kendi matara veya bardaklarını getirmeleri istendi. Ben 14km için su taşımayı gerekli bulmadım, su doldurma işine de girmedim ama özellikle 28km koşanlar için biraz zor anlar olabileceğini tahmin ediyorum

    Ganimetler
    Bazen maratonlarda sizi tesadüfen izleyenler seslenip sorarlar, böyle deli gibi saatler boyunca koşunca ne veriyorlar diye. "Hiç..." dersin, "bi tişört bi de madalya". Kimse anlam veremez o an bu işe, siz de onlar da. Bazen eve gelip tişört ve madalyamı diğerlerinin yanına koyarken ben de aynı şeyi düşünürüm, ilerde bakınca ne göreceğim, aynısının bir fazlası. Neyse Geyik koşuları bu anlamda da tatmin edici, güzel ikramları oluyor, bitirenlere logo baskılı kupalar, duruma göre saç bantları, madalyalar, kurabiyeler, sıcak içecekler, sandviçler veriliyor. Eliniz kolunuz ve mideniz dolu ayrılıyorsunuz alandan. Bunlar motive edici ve fark yaratıcı detaylar.

    Çocukları unutmayalım
    Bu sene kilometreler ile ölçülen üç parkurun yanı sıra bir de 200m lik Bambi Koşusu eklendi menüye. Heyecanlı ufaklar için nefis bir fırsat. Geçen sene ilk yarışta en kısa mesafe 4km idi. Ben de 5 yaşındaki kızım Nar ile bu parkura katılmıştım. Garmin'im 340m gösterdiğinde Nar "Baba çok yoruldum!" dedi, günlerdir "yarışı kaçıncı bitirdiğin önemli değil, esas mesele pes etmemek, her türlü zorlukta koşuyu tamamlamak" diye atıp tutan ben de tabi ki kızımı omuzuma oturtup devam ettim. Baba-kız 4km yi 1 saatte parkur sonuncusu olarak tamamladık. Ama ödülümüzü aldık, fotoğrafımız çekildi, kızım o günden sonra "koşucu" olduğuna inandı, aramızdaki bağ gözle görülür şekilde güçlendi. Ama benim de canım çıkmadı değil hani.
    küçük canavarların start anı...


    Derken ikinci yarışta Bambi Koşusu fikri hayata geçti, ama bu sefer de Nar o gün gelmek istemedi. Kısmet bu seneyeymiş, sonunda tek başına bir yarışa katıldı. Çoluk çocuk toparlanıp, soğukta erkenden ormana gelmek ailevi açıdan zor olduğu için önce ben yarışa tek başıma gelme kararı almıştım. Ama yarış sabahı Nar ben evden çıkarken uyanıp beni görünce, dayanamadım, geçen senenin mutluluğunu hatırlayarak "hadi" dedim. Hoplaya zıplaya giyindi, ev halkını derin uykusunda bırakarak yola koyulduk. Nar'ı emanet edecek birileri olmayacaktı, ama önemli olan O'nun koşması, gerekirse ben koşmam beklerim dedim kendi kendime. Ama sağolsun Ayşin ve Burcu ablaları göz kulak oldular Nar'a da, ben de koşuya katıldım.
    Nar, sıcak çilolata ve madalyası ile...

    Arkadan annemiz ve küçük kardeşimiz de geldi alana, iki kişi geldiğimiz yarıştan dört kişi olarak ayrıldık. Gene kaçıncı gelmenin önemli olmadığı hakkında önceden konuşmuş olsak da sona yakın bitirmek Nar'ın içini burktu. Geyik şeklindeki kurabiyesini mideye indirip sıcak çikolataya koşsa de geçen seneki kadar mutlu olamadı. Ne yapalım bunu da öğrenmek gerek.
    birsürü birinci, ikinci ve üçüncü
    Benim Yarışım
    Bu senenin önemli bir olayı da dostum Emre 'nin yarışa girmesi oldu. Emre aslında yılların sporcusudur, evinde bir kere (o da taşınırken tesadüfen) gördüğüm madalya dolu bir kolisi vardır, eski yüzücülerdendir.  Benim gibi sonradan olma sporcu değildir, çekirdekten delidir. Yıllar sonra spora başladı, koşu işinin ilk adımlarında. Daha uzun koşuları olmasa da benim gazımla 14km ye girdi, bunu gibi zor şartları olan bir yarışı tamamladı. Benim için iki kere mutluluk, ilki dostumun başarısı, ikincisi bir şekilde benim de ön ayak olmuş olmam. Ha bir de sabah sabah kapıdan alıp ormana götürdü bizi, o da ayrı güzellik.
    Bana gelince; ayak ve diz kökenli ufak sakatlıklar büyümeye başlayınca bir süreden beri koşu antrenmanlarıma ara vermiştim. Kısa mesafelere devam etmeye gayret göstersem de hem ormana gitmez oldum hem de uzun hafta sonu koşularımdan uzak kaldım. Ormanda ve uzun koşmanın avantajı, çok teknik içerikli antrenman yapmasanız da formunuzu koruyor ve kondüsyonunuzu yükseltiyorsunuz. Ama bunlara uzak kalmış bir vücut 14km bile koşarken epey şikayetçi oldu. Hatta başta o kadar bitkinlik çöktü ki bir an 4km sapağını görünce "acaba mı???" diye düşünmekten kendimi alamadım. 4km den geri dönen bir ultra maratoncu adayı düşüncesi şimşek gibi çaktı da sağdan devam ettim. Yarış alanı, neredeyse bir senedir haftada ortalama iki defa koştuğum patikalar. Hem çevreyi hem de eğimleri biliyorum artık. Nerelerde neler olacağını bilerek koşmak büyük avantaj. Bu sayede az kalmış olan gücümü ekonomik kullanabildim, yokuşlada hızlı tempo yürüdüm, düzlüklerde hızlandım ve inişlerde kontrollü kalmaya gayret gösterdim. Bu yokuşları aylar önce yavaş tempo da olsa koşarak çıkardım ama hem antrenmansızlık hem de kaygan zemin beni çok yavaşlattı hatta yürümeye mecbur bıraktı. Ama derecemi görünce aslında "akıllıca" verilmiş yürüme molalarının etkisini gördüm (benim durumumda "akıllıca" yerine "mecburi" demek daha samimi ve doğru olabilir tabi...) Antrenmanlarda 1 saat 40 dakika civarında koştuğum parkuru 1 saat 29 dakikada koşmuşum. Ama yoruldum, ciğerlerim yandı soğuktan ve hamlamış bacaklar biraz söylendi. Dizim de dinlenmenin ödülü olarak ağrımadı.
    28K Start Karesi
    Niyetim hep 28km koşmaktı. Yarış gününe kadar da bu hevesim devam etti. Ama işi bilen arkadaşlarım beni bu sevdadan vaz geçirdiler. Planım şuydu; 28km için start alıp ilk turun sonunda ağrı sızı yoksa 2. tura devam etmek. Belki 14km tamamlandığında ağrı olmadığı için 2. tura geçecektim ama muhtemelen devam edersem ağrı başlayacak ve yorgunluk da öte yandan vuracaktı. Böylece gayet keyifsiz hatırlanacak ve belki de yarım bırakılmış bir yarış olacaktı. Şimdi teşekkür ediyorum bana akıl verenlere.

    2013 Geyik Koşularına Katılmak İsteyenler
    Macera Akademisi yarış kayıtları için güzel bir sistem oluşturdu. Düzenledikleri her yarışa ayrı ayrı kayıt işlemi yaptırmak yerine, bir kere oluşturacağınız kullanıcı hesabını sonraki tüm etkinlikler için kullanabiliyorsunuz. Geyik Koşuları için www.geyikkosulari.com/kayit.phpadresine tıklayarak ulaşacağınız sayfadan kendinize açacağınız hesap ile kaydınızı yaptırabilir, daha sonra başka yarışlar için de aynı hesabı kullanabilirsiniz. Eğer arazide koşmayı sever ve 2013 için önünze biraz daha büyük lokmalar koymak isterseniz de www.iznikultra.com adresine de bir bakın derim. Eh ne de olsa kullanıcı hesabınız hazır... 
     

  • Koşarken Dinlenmek
    January 18, 2012
    fotoğraf: Eagle.eye Photography
    Ultra maratonların en güzel taraflarından birisi de yorgunluk hissi çöktüğünde dinlenebilmek. Duraladığınız an sizi yüzlerce kişinin geçmesi gibi bir endişe çok sözkonusu değil. Uzun mesafeleri katederken bu işi yorulmadan yapabilmek, gerektiği gibi dinlenmek işin püf noktası. Peki ama bu işi koltukta bacaklarımızı uzatmadan yapmak mümkün mü? Bir koşu yarışında dinlenmek nasıl olur? Durup dinlenirsek o yarışı kaybetmez miyiz? Neler kazanıp neler kaybedeceğimize tekrar bir bakalım dinlendiğimiz zaman



     Nathan Whiting'in "A Step Beyond:A Definitive Guide to Ultrarunning" adlı kitapta yer alan yazısından çevrilmiştir.

    Bazen öyle anlar gelir ki ağrı ve yorgunluk hat safhadadır, pes etmek gerekir, aklınızdan tek bir olumlu şey bile geçmez, olabileceğinizden kat be kat fazla yorulmuşsunuzdur. Dinlenmenin zamanı gelmiştir. Hala acele etmeyi düşünseniz de aslında dinlenmek gayet basittir.
    Yarışmayı aklınızdan çıkarın. Genellikle başlarda dinlenenler, sonradan kendinde kazanma gücünü bulanlar olur. Saati unutun gitsin, ızdırap çekerek hızınızı arttıramazsınız. Bir iki dakikalık oturma çok büyük bir kayıp sayılmaz. İşte size uzun bir yarışta dinlenmek için bir kaç yöntem:

    Yürümek
    Herkes nasıl yürüneceğini bilir. Uzun adımlar kısa adımlara göre daha iyidir. Kasları esnetmek, koşmaktan kasılmasını beklemekten iyidir. Derin nefes alıp vermek çok önemlidir. Koşucular yorulunca nefes nefese kalır. Ciğerlerinizi açın, iyice hava dolmasını sağlayın. Nefes alarak kendinize gelin. Yokuşlarda ve dik yerlerde yürüyün. Hava soğuksa rüzgara karşı koşmayın, çok çabuk üşür ve soğursunuz. Sıcak günlerde hava rüzgarsızsa yürümeyin, pişersiniz. Yürümeyi vücut ısısını dengelemek için kullanın. Koşarken ve yürürken vücudunuzun neler hisettiğini öğrenmeye çalışın. Arada ne fark var? Koşma ve yürüme evreleri birbirlerine ne kadar ve nasıl etki ediyor?

    Durmak
    Düz bir yer bulup hareketsizce durun. Gözlerinizi kapatın. Vücudunuzda devam eden devinimleri düşünün. Her bir hareketin sakinleşmesini bekleyin. Bırakın kaslarınız kendini salsın. Çenenizi, omuzlarınızı, kollarınızı, kaburgalarınızı, belinizi, sırtınızı, bacak kaslarınızı gevşetin ve rahatlayın.. Derin bir nefes aldıktan sonra ciğerlerinizi tamamen boşaltın. Ayak parmaklarınızı gevşetin. Yavaşça gözlerinizi açın, bırakın dünyanın güzellikleri içinize dolsun, siz onların peşinde koşmayın. Gülümseyin. Ve koşun.

    Oturmak
    Bir sandalye veya benze birşey bulun. Bol bol sıvı tüketin. Birşeyler yiyin. Ayaklarınıza masaj yapın. Temiz elbiseler giyin. Bir kaç saniyeliğine gözlerinizi kapatın, bırakın aşınız dönsün. Güçlü yanlarınızı düşünün, yarış planınızı yediben gözden geçirin. Gülümseyin. Ayağa kalkın.

    Çömelmek
    Tutunacak birşeyler bulun. İsterseniz bu esnada biraz bacaklarınızı  esnetebilirsiniz. Yavaşça çömelin. Aşağı inerken sakin bir şekilde nefes alın. Çökene kadar tabanlarınız yere bassın, çöktüğümüzde tabanlarınızı yerden kaldırın. Parmak uçlarınız üzerinde dinlenirken gözlerinizi kapatın. Ellerinizi yere koyun. Başınızı öne sarkıtın. Kasılmış, sertleşmiş ve yorulmuş yerlerinize konsantre olup nefes alın. Kendinizi gözlemleyin, kalbinize, karnınıza, ciğerlerinize kulak kabartın. Gücünüzün farkına varın. Sırtınızı doğrultun, gözlerinizi açın. Topuklarınızı üzerinde kalkın. Gülümseyin. Ve koşun.

    Uzanmak
    koştuğunuz rotadan daha sıcak olmayan bir yer bulun (yoksa bir daha hayatta kalkmazsınız) Birilerinden bir süre sonra sizi uyandırmalarını rica edin. Ayakkabılarınızı çıkartıp ayaklarınızı ovun. Birşeyler atıştırın . Biraz kestirin, 10 dakikadan 2 saate kadar, size kalmış. Yarış 48 saatten uzun değilse kestirme işini daha fazla uzatmayın. Uyuyamıyorsanız da yattığınızyerde birkaç kez yavaşça önden arkaya dönün. Esnetme yaparsanız çok iyi gelir. Kramp giriyorsa su için. Olabildiğince yavaş ve derin nefes alın. Bir süre sessizce yatın. O an başka bir yerde olduğunuzu hayal edin. Yavaşça kalkın. Tekrar koşmaya başlamadan önce bir süre yürüyün.
  • DVD: Running On The Sun - Badwater 135
    January 3, 2012

    Badwater Ultra, Amerika'nın Kaliforniya eyaletindeki Ölüm Vadisi'nde (Death Valley) koşulan 135 mil uzunluğunda (yaklaşık 216km) bir ultra maraton. Uzunluğunun yanı sıra çıkılması gereken toplam eğim ve aşırı sıcak hava şartları sebebiyle de dünyadaki en zorlayıcı yarışlardan biri olarak kabul ediliyor.
    İşte bu belgesel de 1999 senesinde koşulan yarış ve 40 katılımcının hikayesi.
    Bu yarışta destek işi organizasyondan çok katılımcıların kendi kurdukları takımlara düşüyor. Çoğu koşucunun bir kaç kişiden oluşan ve kendilerini yol boyu araçla takip eden destek ekibi var. Film boyu koşucular kadar destek ekibi üyelerinin de ağzından hikayeler görüyoruz.
    Bu "çılgınca" işle uğraşan koşucuların gündelik yaşamda neler yaptığını görmek güzel. Her yaştan, ülkeden ve seviyeden koşucu var. İtfaiyeciler, askerler, çoluk çocuk sahibi anne babalar, kamyon şoförleri gibi belki de her gün yanımızdan geçen ama farkına bile varmadığımız kahramanların bu yönü ile tanışıyoruz. En güçlü gözkenlerin nasıl pes ettiğine öte yandan daha çelimsiz duranların nasıl bir cesaret ve dayanıklılık gösterdiğine şahit oluyoruz.
    Badwater Ultra Maratonu, çoğu ultra maraton gibi güzel coğrafyalarda geçen ve hoş anılarla süslenmiş koşulardan sayılmayabilir, daha çok bir "uç nokta" yarışı. Gerçek anlamda bir dayanıklılık sınavı, hem fiziksel hem de zihinsel açıdan. Belgesel bu sınavın sebep olduğu ruh halini gayet güzel yansıtıyor, hazırlık evresinden yarış saatlerine kadar her aşamada koşucuların neler "çektiğini" iyi aktarıyor. Bence motive edici olmasının yanı sıra "caydırıcı" da olabilecek bir çalışma. Tabi aslında caydırıcı olan belgesel değil, yarışın kendisi. Öte yandan ultra maratonların "insanın kendisiyle yarışması" olduğunu anlatması açısından da güçlü bir örnek. DVD'yi yurt dışı internet satış sitelerinden sipariş etmek mümkün.
  • Rota: Karadeniz Sahilleri
    December 13, 2011
    Sevgili Emre Tok en son katıldığıDorset Sahil Ultra Maratonu'nu anlatınca aklıma geçen sene Alptekin'le koştuğumuz rota geldi. Sizler de benim gibi Emre'nin koştuğu manzaralara ve yerlere hayran kaldıysanız, buyrun size yerli malı sahil koşu rotası. Biz mesafeyi kısa kesmiştik, nefesinize ve yüreğinize göre sahilden gidebildiğiniz kadar gidebilirsiniz. Google Earth üzerinden rotayı inceleme ve yolları takip etme şansı var, genelde açık arazi olduğu için orman yolları gibi uydu haritalarında belirsiz gözükmüyor, yola çıkmadan Alptekin'in yaptığı gibi rotayı işaretleme şansınız olacaktır. Koşmaya niyetlenenlere ipucu: bence bu kayalıklara ve Karadeniz manzarasına kapalı havalar çok yakışıyor...
    rotamızın Google Earth görüntüsü
    Arabamızı Sarıyer'i geçtikten sonra Kavaklar'a giden yol üzerinde orman girişine park ettik. Sahile ulaşmak için önce orman yangın yollarından koştuk. Bu yollar ormanlık alanlarda yangın çıkması durumunda alevlerin ilerlemesini engellemek ve itfaiye araçlarına kolay ulaşım sağlamak için açılmış geniş bulvarlar. Gerçekten de bazı yerlerde 3-4 şeritlik yollar kadar genişlediği oluyor.
    dik yolları tırmanırken

    Zemin toprak, hava şartlarına göre balçık derecesine varan çamur sizi bekliyor olabilir. Bu tip bir zeminde koşmanın en büyük derdi ayakkabınızın tabanına yapışan ve sizi yavaşlatan çamur öbekleri. Kış mevsimlerinde buralarda koşacaksanız bu çamur derdinden kaçış yok, tabanı çivili yapıda ayakkabılar çamur atmaya elverişli olsa da rotanın ilerisinde karşılaşacağınız kayalık zeminlerde başınızı ağrıtabilir.
    Koşunun başında Alptekin

    Sahile vardığımız ilk nokta Golden Beach Club'ın bulunduğu koy. Burada kısa bir mesafeyi plaj kenarından koşarak ilk burnu dönüyorsunuz ve Karadeniz müthiş manzarası ile karşınıza çıkıyor. Bu rotanın güzelliği kayalık sahil şeridinde bazen deniz seviyesine inip bazen de yükselerek ilerlemesi, hem eğim antrenmanı hem de manzara olarak bulunmaz fırsat!

    Biraz daha devam ettikten sonra iki ufak koyu geçip Uzunya Koyu'na varıyorsunuz. Burada da kısa bir mesafeyi taşla karışık kumsal sahil şeridinden koşmak gerekiyor. Yaz mevsimi olsa güneşlenenlerden geçilmeyecek bu plajları kış ortasında görmek değişik bir duygu. 

    Plajdan sonra tekrar kayalık burunlara tırmanarak bu sefer Dalia Beach'in bulunduğu koya iniyorsunuz. Benzer kumsal şeridini aşıp Kumköy'e kadar tepelerden koşarak ilerliyorsunuz.

    Biz buradan geri dönüp arabaya yöneldik ama rotayı devam ettirip çok ilerilere gitmek mümkün. Kumköy'den içeri sapınca rota Demirci 'ye kadar uzun süre asfallte devam ediyor. Ormana girmek için buradaki bir sitenin bahçesinden geçip, bu sefer sahile varmak için kullandığımız yangın yollarının batısında kalan vadiye indi. Başlangıç yolumuza pararlel bir rotadan koşarak arabamıza varıp koşumuzu sonlandırdık.





  • DVD: Running the Sahara
    December 9, 2011
    2007 tarihli bu belgesel, 3 ultra maratoncunun Afrika kıtasını batıdan doğuya koşarak geçme serüvenini anlatıyor. Ray Zahab (Kanada), Charlie Engle (Amerika) ve Kevin Lin (Tayvan),Senegal'den başlayıp 111 gün boyunca koşarak 6 ülke geçip, toplam 6.920 kilometre koşarak, 20 Şubat günü Mısır'da Kızıl Deniz'in sularına vararak maceralarını noktalıyorlar. Afrika ülkelerinin su sıkıntısına dikkat çekmeyi hedefleyen bu projenin yapımcılığını ve belgesel seslendirmesini Matt Damon üstlenmiş. 


    Projenin çıkış hikayesi biraz hüzünlü. Kanadalı ultra maratoncu Ray Zahab, katıldığı Marathon Des Sables Ultra Maratonu sırasında yaşadığı bir olaydan çok etkileniyor. Yanına gelen ve dilini bilmediği bir köylü kız, işaret diliyle Zahab'tan matarasının dibinde kalan suyu istiyeyince o topraklarda "su bulabilmenin" ne kadar önemli ve bir o kadar da zor bir iş olduğuunu fark ediyor. Çöllerde koşma tutkusu bu duyarlılık ile birleşince ortaya bu proje fikri çıkıyor. Üç ülkeden üç ultra maratoncu proje hayalleri kurmaya başlıyorlar. Ray Zahab bir konuşmasında bu fikri onayladığı sırada Afrikayı koşarak geçmek derken henüz nasıl bir mesafeden bahsedildiğini bilmediğini itiraf ediyor.
    rota: 6.920km, 111 gün, 6 ülke

    Rota prensipte tüm kıtayı geçmeye dayansa da çok detaylı bir programla yola çıkmıyorlar. Yanlarında yapım ve sağlık ekibi ile koşarken, biraz da güncel şartlara göre rotaya yön veriyorlar. Başka bir deyişle hangi yollardan geçerek kaç günde tamamlayacaklarını bilmiyorlar. Bunun gibi fiziksel ve zihinsel açıdan çökertici bir etkinlik için böyle bir bilinmezlik en zor şey olsa gerek. Ama Afrika'yı tanıdıkça, bir plan yapılmış olsa bile uyulmasının ne kadar zor olacağını görüyoruz. Hava şartları, politik ve bürokratik engeller, izinler, tepkiler bir yandan, psikolojik ve fiziksel sıkıtılar öte yandan, bu iş tam anlamıyla çılgın bir macera haline geliyor.
    Soldan sağa: Charli, Kevin ve Ray
     Yapım açısından samimi bir çalışma. Koşucuları kusursuz kahramanlar olarak değil, zorlanan, sıkılan, üzülen, pes etmek isteyebilen insanlar olarak göstermesi, zayıflıkları saklamaya çalışmaması hoş olmuş. Bu gibi çekimlerde beni en çok düşündüren konu, karakterlerin kamera önündeki samimiyetidir. Gündelik yaşam bir kamera önünde ne derece oluruna bırakılır bilemem. Ama bir süre sonra 111 günlük bu maceranın ruhunu samimi bir şekilde hissetmeye başlıyorsunuz, o şartlarda ve sürelerde kameramanlar bile ellerindeki aletleri unutmuş olabilir bir süre sonra.
    Çalışmayı internet üzerinden DVD şeklinde sipariş edebilir veyabilgisayarınıza indirecek formattasatın alabilirsiniz. Detayları anlatan İngilizce resmi siteye de buradanulaşabilirsiniz.
  • Kilian Jornet ile Yarış Beslenmesi Üzerine
    December 8, 2011
    Amerikalı elit ultra-maratoncular yarışlardaki destek noktalarını aynen F1 pilotlarının pit stopları kullandığı gibi kullanıyor: gir, çık, olabildiğince hızlı piste dönmüş ol. Bir koşucu istasyonda su içse ve bir şeyler atıştırsa bile, yiyecek içeceklerin büyük kısmını yolda tüketiyor.
    Uzun ve teknik ultra maratonlarda elit atletlerin bir iki istasyonda fazladan vakit harcadıkları olabiliyor. Diğer molalara göre daha fazla yiyorlar, kıyafet ve ayakkabı değiştiriyorlar. Dört beş dakika süren, hatta on dakikalık molalarda bile zaman hep ön planda oluyor. 
    Avrupalı elit ultra maratoncuların destek istasyonlarına yaklaşımı daha faklı. Uzun yarışların ilk molalarında en kısa sürede en fazla miktarda yiyip içiyorlar. Çoğu Avrupalı elit ultra maratoncu molalarda tükettiklerinin yanı sıra, koşarken de yiyecek içecek taşıyor. Yine de bu koşucular kalorinin önemli bir kısmını ihtiyaç molalaında almış oluyor.
    Çılgın Katalan dayanıklılık sporcusu Kilian Jornet'i 160km'lik yarışlarının üçünde izleme fırsatım oldu. 2010 yılındaki Western States 100 (WS100) yarışında Avrupa tarzı yiyip içerek istasyonların çoğundan sadece bir matara ile ayrılmıştı. Çok sıcak bir gündü ve dehidre olması sebebiyle hız kaybetmiş, sıralamada üçüncülüğe düşmüştü.
    2011 yılındaki WS100'de sadece iki elinde her biri yarım litrelik özel yapım su mataraları ile koştu. Amerikan tarzı bir yarış sergileyerek yiyecek içeceklerini yolda tüketti. Sıvı tüketimi en üst seviyede idi ve yarışı kazandı.
    2011 'de Ultra-Trail du Mont-Blanc (UTMB)'de Kilian molalarda destek istasyonlarında beslendi.  Yola koyulma vakti geldiğinde yanında sadece zorunlu yarış malzemeleri ve biraz yiyecekle su taşıdığı ufak bir çanta vardı.Bazen sadece sıvı için ufak bir matara taşıdığına tanık oldum. Bu sayede zafere ulaştı.
     Yaz sonuna doğru birkaç koşucu ile Kilian'ın bu ardarda yarışlara uyum sağlayabilmesi hakkında konuştum. Dediklerine göre yüzlerce kaloriyi tek seferde tüketmekle aynı kaloriyi yarış süresine yayarak yemek arasında sindirim açısından dağlar kadar fark var. Ve 160 km yi su taşımadan koşabilmesi Kilian'ın diğer pek çok koşucuya göre daha az su içtiğini gösteriyor. Hepimizin aklına ilk gelen soru, bunun nasıl olduğu...
    Bu konu kafama o kadar takılmıştı ki,Kilian'la beslenme stratejileri hakkında konuştum. Eminim ki 2008 de UTMB'yi ilk kazandığı yarışta yiyip içtiklerini duyunca siz de benim kadar şaşıracaksınız. Elit bir koşucunun nasıl  zafere ulaştığını öğrenmek şaşırtıcı ve değerli bir bilgi. Çoğumuzun Kilian'dan daha fazla yiyip içtiğini bildiğim halde bu genel prensiplerin bazılarının bizlere de uyabileceğini düşünüyorum.

    iRunFar (IRF): Bir ultra maratonda yaklaşık kaç kalori tüketiyorsun? Özellikle bel bağladığın besinler var mı?
    Kilian Jornet (KJ): Hiç bir fikrim yok. Hiç kalori hesabı tutmadım. Başlarda şimdikine göre çok daha fazla yerdim. İlk UTMB'de sanırım 3 litre su içmiş ve 2 sandviç yemiştim.

    Yemek olarak Overstim’s Aliment Liquide 640 kullanıyorum, her 4 saatte bir bardak. Nutella ve reçelli sandviçler yiyorum. Yarışın son 4-5 saatinde de jel tüketiyorum.

    IRF: İlk UTMB olduğunu düşünüce bu epey çılgınca! Sindirimi zor veya tadı hoşuna gitmeyen yiyecekler yüzünden hiç mide sorunu yaşadığın oldu mu?

    KJ: Normal besinler yiyorsam sorun olmuyor. Fazla jel mideme dokunuyor. Çok soğuk su içersem de midemde sıkıntı oluyor. Bunun sonucunda da sindirim sorunu yaşıyorum

    IRF: Dağ ultralarında ne kadar sıvı tüketiyorsun? Sadece su mu içiyorsun? Sporcu içecekleri de içiyor musun

    KJ: İçecek konusu yarışın şartlarına göre değişiyor. Bu yıl WS100'de 13, UTMB'de ise 5 litre su içtim.
    Uzun mesafelerde sadece su içiyorum. Miktarı hava şartlarına göre değişiyor. Normalin altında soğuk Avrupa yarışlarında 2-3 saatte bir litre su içiyorum. Aşırı sıcaklarda içeceğim su, saatte en fazla 700ml ile 1 litre arasındadır.
    Yarış geceyse son saatlerde Coca-Cola veya Red Bull içiyorum.

    IRF: Red Bull'la beslenen bir Kilian Jornet matrak geliyor insana. Bazı yarışlarda destek istasyonları arasında yanına fazla yiyecek içecek almıyorsun. İstasyona gelince de epey fazla yiyip içiyorsun, nedir bu işin sırrı?

    KJ: Antremanlarımda yanıma hiç yiyecek içecek almam. Dağlar bana gerekli her şeyi sunar; akarsular ve meyveler. Normalde 5-6 saate kadar hiç yiyip içmeden antrenman yaparım. Bu alışık olduğum birşey.
    Yarışlarda destek istasyonlarında bir hayli yiyip içerim! Aralarında 1-2 saatlik mesafe olur, bu da yemeden devam etmek için fazla sayılmaz.

    IRF: Bu seneki WS100'de istasyonlar arasında yiyecek ve içecek de taşıdın. Nasıl, işe yaradı mı bu?

    KJ: Evet bu Avrupa'dakilerden çok farklı bir yarış. Feci sıcak oluyor. Sıcak yüzünden istasyonlar arasında yanıma 1 litre su alıyordum. Başlarda sattte bir, sonlara doğru da her yarım saatte bir tuz hapı kullandım.

    Peki niye? Geçen seneki tecrübemin her anını gayet iyi hatırladığım için!

    IRF: Amerikan ve Avrupalı yarışmacıların farklı yeme içme stratejileri olduğunu düşünüyor musun? Farklı yerlerde yarışmaya ayak uydurmak zor olmuyor mu?

    KJ: Her yarıştan önce hava sıcaklığını, akarsuları ve destek istasyonlarını iyi öğrenmek şart. Yarış için iyi bir strateji oluşturmak ve başına gelebileceklere ayak uydurabilmek lazım.

    Avrupadaki yarışlar daha soğuk oluyor, çok su gerektirmiyor ve sırt çantası zorunlu. Amerika'da ise malzeme zorunluluğu yok ama çok su taşıman gerekiyor.
  • KOŞARKEN BESLENME
    December 6, 2011
    Scott Jurek
    Ne kadarı aşırıya kaçar? Veya az kalır?
     Bu makale ilk olarak Competitor dergisinin Mayıs sayısında yayınlanmıştır 
    Gözü doymak bilmeyen koşucular olarak çoğumuz 90 dakikadan uzun koşulardan sonra veya 15km den ultra-maratonlara varan uzun yarışlarda karbonhidratları mideye indirmeyi gayet iyi biliriz. İyi de bu işin aşırısı ne kadardır? Veya ne kadarı az kalır?
    Karbonhidratların vücuda etkisi çok tartışılsa da, benim aralarında ayrı tuttuğum yaklaşım "merkezi düzenleyici teorisi" dir (ing: central governor theory), bu teori karbonhidrat yediğimiz zaman merkezi sinir sisteminde neler olduğu ile ilgilidir. Yarış temposuyla 2 saatten uzun koştuğumuz zamanlarda vücudumuz yağ ve karbonhidrat depolarını veya glikojeni yakıt olarak kullanır. Ne yazık ki glikojen depolarımız anca 60 ile 90 dakika kadar yeter, bu noktadan sonra vücut yağ depolarına yönelir. Sinir sistemi yorgunlukla başedebilmek için adeleleri tetikleyecek ve ateşleyecek glikoza gereksinim duyar, yoksa iş gücü düşer, en son noktada da "duvara toslar" yıldızları saymaya başlarız. Vücudumuz yüksek hızlarda koşarken yağ yakmaya alışabilir, ama öte yandan da sinir sistemini dürtmek için de karbonhidratlara ihtiyaç duyarız.
    Karbonhidrat tüketmenin koşu sırasındaki önemini anladıktan sonra esas meseleye geri dönüyoruz: Peki miktar ne olmalı? Dayanıklılık sporcusunun koşarken ne kadar karbonhidrat tüketmesi gerektiği konusunda bir numaralı etken vücut kütlesidir, evet cevabı tartıya çıkınca görürsünüz... Daha basit şekilde; koşucu ne kadar ağırsa adelelerini beslemek için de o kadar glikoza gereksinimi vardır, ya da ikisinin de tam tersi. Sizden daha iri veya daha ufak tefek koşu arkadaşınız ile aynı miktarlarda yemeye kalkışmayın
    Yıllar boyu deneme ve yanılmalarımın yanı sıra karbonhidrat tüketimi ile ilgili pek çok araştırmaya da bakarak aşağıdaki formülün neredeyse tüm dayanıklılık sporcuları için geçerli olduğunu gördüm:

    her bir saat için
    kilogram cinsinden vücut ağırlığı X 0,7 = gram kadar karbonhidrat

    her bir saat için
    kilogram cinsinden vücut ağırlığı X 1,0 = gram kadar karbonhidrat

    Bu iki formül ile antrenman veya yarış sırasında saat başına düşmesi gereken yeterli karbonhidrat miktarının alt ve üst sınırlarını  hesaplayabilirsiniz.
    Bu aralık, kişisel farklılıklar ve harcanan güç seviyesine göre ayarlanabilir. 10-15km'lik  yarışlarda veya 90 dakikadan 3 saate kadar süren ve yapılan işin çoğunun laktat eşiğinde olduğu durumlarda (azami gücün %85-90'ı gibi) bu aralığın alt sınırında kalmayı öneririm. Çoğu koşucu güç seviyesi arttıkça sindirim sistemini destekleyen kan akışı azaldığı için bu aralığın üst sınırında karbonhidrat tüketimi konusunda sıkıntı yaşar. İşin püf noktası, bu aralıkla denemeler yaparak hangi miktarların vücudunuz, koşu süreniz ve güç seviyeniz için uygun olduğunu bulmaktır.
    Yukarıdaki sonuçlardan yola çıkarsak: En sevdiğiniz yarış besinlerinizin ne kadar karbonhidrat içerdiğine bakın, jeller ve enerji içeceği gibi spor besinleri veya klasik gıdalar, fark etmez. Antrenman koşularınızda 20-30 dakikalık aralıklarla beslenerek önerilen karbonhidrat miktarını tamamlamaya alışın, bu şekilde sinir sistemine koşu boyunca düzenli glikojen desteği sağlanacaktır. İlk karbonhidratlar koşudan hemen önce veya ilk 20-30 dakika içinde alınabilir. En önemli konu karbonhidrat tüketiminin düzenli ve sürekli olmasıdır. Karbonhidrat almak için karnınızın acıkmasını veya gözlerinizin kararmasını beklerseniz çok geç olur. Eski bir deyiş der ki: "Erken ye, sık ye".
  • Kitap: Running Through the Wall - Personal Encounters with the Ultramarathon
    December 5, 2011
    Kitabın adının tam karşılığı "Duvarın İçinden Koşmak" olması gerekirken, anlamını düşününce Duvarı Delip Geçmek veya Duvarı Koşarak Aşmak diye çevirmek daha doğru geliyor.  Alt başlık ise: Ultra Maratonla Kişisel Yüzleşmeler. Maratondan uzun mesafeler koşmayı gerektiren ultra-maratonlar üzerine "derlenmiş" güzel çalışmalardan. İçerik olarak antrenman veya hazırlık planı adına çok bir şey ummamamak lazım, daha ziyade çeşitli uzunluklarda yarışlar koşmuş ultra-maratoncuların paylaştıkları anılar, hikayeler...

    Kitap ismini maraton koşularında en çok karşılaşılan sorun olan "duvara çarpmak" teriminden alıyor. Uzun koşularda vücudun yakıt depoları sona erince koşucu haikaten "duvara toslamış" gibi olabilir, bırakın koşuyu tamamlamayı, ayakta zar zor duracak şekilde kontrolünü kaybedebilir. 42km lik klasik maraton mesafesinde 32.km fiziksel olarak çoğu koşucunun yakıt depolarının sona ermeye başladığı yer olarak kabul edilir, tüm antrenman, yarış sırasındaki beslenme, sıvı alma, ve  performans stratejisi buna göre hazırlanır. Çoğu koşucunun kendisiyle esas mücadelesi bu noktada başlar. "Maratonun ikinci yarısı 32. kilometreden sonra başlar" sözü bu durumu çok güzel özetler.
    Ultra maratonlarda koşulacak mesafe klasik maratonlardan kat kat uzun olduğu için, bu "duvar" engelini mümkün olduğunca ötelemek hatta ortadan kaldırmak gerekir. Başka bir deyişle yolun sonuna kadar gidebilmeniz için bu duvarı delip geçmek gerekebilir.
    Kitap ultra koşan 35 gerçek karakterin kendi ağzından anıları içeriyor. Sadece kahramanlık hikayeleri de değil bunlar. Bilakis bu sporu seven, yapan insanların aslında "süper kahraman" olmaktan ne kadar uzak olduklarını anlamak için de güzel bir kaynak. İnsan bu işi neden yapar, nasıl o kadar koşar, buna nasıl hazırlanır, koşarken neler yaşar, ne gibi zorluklarla karşılaşır sorularına bu kitapta farklı cevaplar bulmak mümkün.
    Dışardan bakınca çoğu kişiye zor gelen bu işe başlamada en büyük motivasyonun, ultra koşan birisini görmek, tanımak ve hatta izlemek olacağını düşünüyorum. Bu anlamda kitapta tanışılması gereken pek çok farklı karakter var. Ve her birinin kendine has maceraları, hikayeleri...
    Kitap gündelik dilde yazılmış, ağır bir anlatımı yok. Samimice paylaşılmış heyecanlar, mutluluklar, acılar, sevinçler ve bunlardan alınmış dersler. Türkçe çevirisi bulunmasa da amazon.com gibi sitelerden edinmek mümkün. Ultra koşma hevesiniz olmasa bile işin iç yüzünü görmek ve belki de aklınıza takılan çoğu soruyu "sorabilmek" için güzel bir fırsat.
    Kitabın tanıtım yazısının çevirisi aşağıda:

    İnsanın dayanıklılık sınırlarına koşmak
    42km koşmakla yetinemeyenler, buyrun size Ultra Maraton. Büyük ultra maraton yarışlarının çoğu 80 veya 160km uzunlukta, insanlar bütün gün koşup, gece de koşmaya devam edip, ertesi günün sabahına bile sarkabiliyorlar. Onları güçlü kılan nedir? 150.km'de akıllarından ne geçiyor? Çekilen acılar bir maratonla karşılaştırılınca nasıl geliyor? Bu boyutta bir işe kalkışmak için nasıl hazırlanmak gerekir? Tüm bu cevaplar 35 ultra koşucusuyla yapılan konuşmalarda bulacaksınız. Ultra-maraton, kişisel sınırlarını görmek ve keşfetmek arzusu ile yanıp tutuşanlar için mantıklı bir adım. Kitapta her türlü ultra koşucu var ve bu kitap uzun uzun koşma hayali kuranlar için vazgeçilmez bir başlangıç olacak.


  • 5 Saat Orman Koşusu
    December 5, 2011
    hava aydınlanırken
    Tüm koşu ve antrenmanlarımı olmasa da ormanda yaptığım uzun koşularımı burada paylaşmayı düşünüyorum. Motivasyon adına yaralı olacağını umuyorum, hem de uzun koşular ve orman koşuları hakkında merak edilen bazı konulara da yaşanmış örneklerden cevaplar çıkmış olur belki. Mesafeler, izlediğim rota, kullandığım malzemeler, yiyip içtiklerim ve hissettiklerimi anlatacak şekilde koşuları anlatmak istiyorum. Ayrıca her koşunun GPX dosyasını da link olarak yükleyeceğim, böylece isteyenler harita üzerinde koşuyu inceleyip, rotayı beğendikleri şekilde kendilerine uyarlayıp GPS cihazlarına yükleyerek koşabilir. Bu sayede ormanda koşu rotaları çıkartılması ve planlanması konusunda da ufak bir katkım olmuş olur ormana.
    Bu hafta Belgrad'ta yalnız başıma koştum. Planım 5 saat civarı koşmaktı, 40km ye yakın yol katedeceğimi düşünüyordum. İki hafta önce sağ dizimde beliren ağrının da ne durumda olduğunu görmek istiyordum. Bu başlıklara bakınca hedefleri tutturmuş oldum, 5 saat 10 dakika koşup 35km yol gitmişim, ama baştan sona keyifli ve başarılı bir koşu olduğunu söyleyemem.

    Hava durumu siteleri bugün için sıcaklığı sabah 6:00'da 6C gün içinde de 11C olarak veriyor. Orman içinde bu değerler 1-2 derece daha düşük oluyor. Saat 6:00 gibi başladığımda hava soğuk ve karanlıktı. Daha sonra denildiği şekilde hava biraz ısındı, özellikle güneş yükselip orman yollarına düşmeye başlayınca ara ara içimin ısındığı bölgelerden de geçtim. Rüzgar yok denecek adar azdı, üşümeye yol açacak bir esinti yoktu. Bunları ön görerek şunları giydim: içimde Asics uzun kollu termal içlik, üzerinde The North Face 'in Flight serisinden uzun kollu bir T-Shirt, ellerimde The North Face'inpolar eldivenleri, kafamda New Balance 'ı kulakları örten koşu beresi, boynumda bir Buff, altımda Nike'ın 3/4 koşu taytı, CEP marka baldır kompresyon çorapları, Injinji parmaklı çorap, Salomon Crossmax ayakkabılar. Başta karanlık olacağı için LedLenser H7 kafa lambası kullandım. Sırt çantası almadım, eşyalarımı 2 tane 600ml matara taşıyabilenSalomon Twin Belt bel çantasına doldurdum. Mataraları da yarısına kadar doldurarak yol üzerindeki çeşmelere kadar yük hafifletmiş oldum. Rüzgar ve hafif yağış ihtimaline karşı da Montane marka Featherlight Marathon Jacket isimli hafif ceketimi çantanın üzerindeki elastiki kordonlara sıkıştırdım. Rota kaydı için Garmin 305'imi de yanıma aldım ama koluma takmadım. Uzun koşularda sürekli mesafe ve süre bilgisi görünce psikolojik olarak daha çabuk yorulduğum için Garmin'i bel çantasının arkasına bağladım. Çantanın içinde cep telefonu, ıslak mendil, biber gazı spreyi, mp3 çalar, çakı ve yedek besin olarak 1 paket tuzlu büsküvi ve jel vardı. Yumrutaları ayne sepete koymamak adına para ve kimliğimi kıyafetimin göğüs cebine, araba anahtarını da taytın belindeki fermuarlı cebe koydum. Yolda yemeyi planladığım 1 Maximus, 1 Tadımca Bar ve 1 tuzlu büsküviti de çantanın kayışına takılan ek cebe yerleştirdim. Dikkatsizliğim yüzünden 20km civarında bu ek cebin fermuarını açık unuttuğumu ve tüm yiyecekleri düşürdüğümü fark edip kendime kızdım. Yedek besinleri ayrı yerde taşımamın faydası oldu. Böyle yazınca çok gibi gözükse de aslında basit bir bel çantası ile hepsini taşıyabildim.
    yol boyu kesilmiş ağaçlar

    Planım daha erken olsa da ancak saat 6:00 gibi koşuya başladım. Bahçeköy girişi tarafındaki alt patikadan girerek kum zeminli tepeler üzerinden Valide Bendi yanından giden engebeli yolu geçerek kuzeydeki dış orman yoluna ulaştım. Dizim özellikle bozuk zeminde ve eğimde sıkıntı yarattığı için, eğer koşuyu olumsuz etkileyecek ise bunu baştan görmek için bu teknik patikayı özellikle seçtim. Dış yol üzerindeki üçgen kavşaktan Bulvar De Madam Suna Yoluna saparak bu geniş yolun ortasına kadar koştum. Ormanda koşarken arkadaşlarımın adını bazı yerlere veya patikalara vermeye başlamıştım bir süre önce. Hem rota planlarken isimleri ile yerleri düşünmek kolay oluyor, hem de bir şekilde bu insanların bu rotalarla ilgili bağlantıları olması bana eğlenceli geliyor. Bu isim koyma konusunu anlatırken Suna o sırada geçtiğimiz yolun sonbahar manzarasına hayran kalıp oraya da kendi adının konmasını istemişti. Hakikaten de ormanın Şanzelize 'sini kaptı sevgili Suna. Üçgen kavşaktan Orman gişelerinin asfaltına inen ferah, manzaralı yolun adı bundan böyle Madam Suna Bulvarı'dır. İşte o yolun ortasına yakın yan vadiye bağlanan güzel bir patika var, bu şekilde ana yoldan ayrılıp bu sefer bir yan vadiden çıkan yokuşa indim. Bu da Neşet Suyu girişi karşısındaki dik çatılı evin yanından kuzeye çıkan ferah yokuş aslında. Buradan T kavşağa kadar kuzeye koşup üçgen kavşağa bu sefer güneyden bağlandım. Hava artık aydınlanmıştı, ilk defa denediğim T7 kafa lambam buraya kadar nefis iş çıkardı, yolun kalanında da kafamdaki varlığını unutturarak hiç rahatsızlık vermedi. Üçgen kavşaktan kuzey batıya yönelip gene dış yoldan bu sefer biraz ilerideki Caner Baba Yokuşu'na girdim. 
    Kömürcü Bendinin karşı tepesi
     Bu da batıya doğru bir pararlel vadiden bu sefer Kömürcü Bendi tarafına inen nefis manzaralı ferah yokuş. İOG nin Zive-O antrenmanında keşfettiğim ve dik teknik bir iniş olan patika da biraz ileriden gayet eğlenceli bir şekilde aynı noktaya bağlanıyor ama Caner Odabaşoğlu arkadaşım bu yokuştan inmeyi o kadar seviyor ki sırf bu rotaya isim kazandırmakla kalmadı, beni de bağımlısı yaptı. Bu şekilde Taş Köprü'ye inip karşı mesire alanı içine girerek bu sefer ilerideki büyük tepeye doğru tırmanan ana yolu koşmaya başladım. Bu yola ne zaman girsek rastladığımız geniş bir öküz ailesi var (Manda da olabilir, apartman çocuğunun hayat bilgisi bu kadar...) aşağı yukarı aynı yerlerde karşılaşıyoruz, önümüz sıra ana yoldan koşup pat diye bir ara patikaya sapıyorlar. Sonra fark ettim ki saptıkları aralık hep aynı. O civardaki kokuların da müjdelediği gibi muhtemelen barınakları o arada.
    bu arkadaşlarla 5 dakika böyle bakıştık karşılıklı

    Neyse işte arkadaşım olmasalar da Öküz Bayırı adını verdiğim bu yoldan gene kuzeye doğru koşarak Ayvat Bendi rotasına doğru yöneldim. İşte tam o sırada gayet amatörce bir hata yaptım, yolu ve sapakları çok iyi bilmediğim halde haritaya göz atmadan 2-3 sapak geçtim. Şansıma da birbirine benzeyen sapaklar var peşpeşe. Biraz devam ettikten sonra birşeylerin yolunda gitmediğini fark edip haritaya başvurdum ancak klasik yön bulma hatası olan başka bir yerde olduğunu zannetme durumu baş gösterdi. Garmin'e başvurunca kısa bir çember çizip aynı yere çıktığımı gördüm. Neyse rota çok alakasız bir yere sapmamış, bir de keyifli ara patika keşfetmiş oldum bu sayede. Koşunun tek köpek tartışması bu arada yaşandı, aslında hayvan haklı, meğer patikanın yanında sakin sakin uyuyormuş, ben paldır küldür koşunca korkarak uyanıp havlamaya başladı. Bir an karşılıklı korktuk, sonra bir süre karşılıklı bağırışıp kendi yollarımıza devam ettik
    Ayvat Bendi'ne inen parkurdan inecekken bir yan vadide dönen çember rotayı da bugünün menüüne katayım dedim. Böylece kısa bir ara geçiş ile yan vadiye koştum ve bir anda kendimi ağaç kesen ormancılar arasında buldum. Sanırsın yol inşaatı, kamyonlar, kütük taşıyan kepçeler, dozerler ve 15 civarı eli motorlu testereli işçi. Bir gürültüdür gidiyor. 2-3km lik yola yayılmışlar, zaten rota kıvrımlı, döne döne işçilerin etrafında ilerliyorsun. Sabah sabah kafam şişti gürültüden, bir de beni görünce eksik olmasınlar hönk hönk korna öttürüyorlar, sessiz sakin orman gitti, yerini koca bir şantiyeye bıraktı. İşte o arada elimi çantama attığımda fermuarın açık kaldığını ve tüm yiyeceklerin dökülmüş olduğunu fark edip kendime sinirlendim. Hemen rotayı gözden geçirip, bel çantasındaki yedek bisküvi ve jel ile ne kadar yol gidebileceğimi hesapladım kafamdan. Plandaki gibi Geyik Çiftliği'nin kuzeyine inip Neşet Suyu'na bağlanma sevdasından vaz geçersem çok da zor olmayacağını fark ettim. Bisküviler için Ayvat dönüşündeki dip dibe üç çeşmede vereceğim molayı uygun bulup devam ettim. Güzel bir vadiden güneye inip, karşı yamaçtaki pararlel yoldan tekrar kuzeye koşup Ayvat Bendi'ne geldim. Çeşmelere varınca favorim olan ilkinde oturup bol bol su içtim, biraz su boşalttım, bisküvimin yarısını yedim. Artık sağ diz kendini belli etmeye başlamıştı, ben de 1km ilerdeki bir ara patikadan Geyik Çiftliği'nin batısına saplanmaya karar verdim, böylece dizimin sesini dinleyip arabaya en kısa ve mantıklı yolu seçmiş oldum. Güzel bir ara bağlantısı daha keşfetmiş olarak Geyik Çiftliği'ni çeviren tellere vardım. Ama ara tepeyi de koşarak çıkmaya çalışınca dizim lafa daha fazla karışmaya başladı. Tel boyunca koşarken dik yamaca gelince de benden artık bu kadar dedi. Yürümeye başladım. Kömürcü Bendi'nin dibine inip biraz asfalttan devam ettim ama keyfim kaçtı. Dizden ötürü yokuş aşağı koşamıyorum, güç yönetimi için yokuş yukarıları da koşmuyorum, eh ne kaldı yapacak? Düz devam etsem Yeni Derya Tesisleri'nin oradan Neşet Suyu kapısına bağlanacağım ama hem oralar ana baba günüdür bugünkü koşunun büyüsü kaçar hem de yol asfalt ve sonu tatsız yokuş diyerek karşı yamaçtan Domuzlar Mahallesi'ne tırmandım. Herhalde ismin nereden geldiğini açıklamaya çok gerek yok. Bugün yoktu ama mahalle sakinleri.
    ormanda en sevdiğim bölge
     İşte o anda garip bir şey oldu. En sevdiğim ve belki de şimdiye kadar her koşuda geçtiğim, ezbere bildiğim, yol kenarındaki çöplerine kadar ezebere bildiğim yola çıktım ama kafam gitti. Yorgunluk, açlık ve yakıtsızlık, can sıkıntısı üstüste eklenince bir an nerde olduğumu şaşırdım, avucumun içi gibi bildiğim yerlerde kendimi turist gibi hissettim. Hatta yönüm de şaştı, doğuyu batıyı karıştırdım, çıkarıp haritaya bile baktım. Şimdi yazarken komik ve saçma geliyor ama kısa bir süre epey kafam karıştı, karamsarlaştım, sanki çok yolum varmış ama hiç enerjim kalmamış gibi geldi. Hemen antidepresan niyetine tek jelimi emdim. Bir de şansıma mevsimden ötürü yerler yapraklarla kaplı, yollar ve sapaklar silinmiş durumda. Tanıdık yerler bile farklı geliyor insana ilk bakışta. İşte bu şekilde kısa süre de olsa en iyi bildiğim yolda kaybolarak devam ettim, rotayı bulup tekrar üçgen kavşağa yöneldim. 
    kısa çöküş sonrası gözlerimdeki umutsuzluk
     Tekrar Madam Suna Bulvarı'na bağlanıp bu sefer sonuna yakın koştum. Ama hızım iyice düştü, diz de sızlamaya başladı. Koşma yürüme karışık teknikler gölet hizasına varıp aradan su kenarına indim. Bent hizasına kadar ağaç köklerinde bilek burkmamak için seke seke ilerleyip gişelerin alt hizasındaki patikaya bağlandım ve arabaya vardım.
    Diz ağrısı ve buna bağlı plan dışı yürümeler olmasa biraz daha uzun mesafe gitmiş ve süreyi daha iyi kullanımış olacaktım. Ama her koşu aynı kalitede olacak diye bir kural yok. Bu koşuda da ufak tefek tecrübeler kazanmış oldum, güzel ara bağlantı patikaları keşfettim ve manzara açısından nefis bir zamanda koşmuş oldum .
  • Toz toprak içinde minimalizm - New Balance MT 101
    December 5, 2011
    New Balance MT 101
    New Balance mağazalarındaki satıcılar bu ürünü "Trekking Ayakkabısı" zannetseler ve açıklamaya çalışınca inatla kabul etmeseler de bu ayakkabı aslında bir "Minimal Patika Koşu Ayakkabısı". New Balance 'ın kendi sayfasında bile "Low-profile, ultra-lightweight trail racer" olarak tanıtılıyor. Düşük bir taban yapısına sahip bu ayakkabıda ayağı destekleyen hiç bir sistem yok, gündelik dilde dendiği gibi "ayağı çorap gibi sarıyor". Arazide koşarken zemindeki tüm detayları tabanlarınızda hissedebiliyorunuz. Ancak minimal ayakkabılara alışık değilseniz bu doğallığa kendinizi fazla kaptırmamakta fayda var, bu konuda Mert güzel bir yazı yayınlamıştı, devam etmeden önce buraya tıklayarak o yazıyı okumanızı öneririm.
    Parmak ucu koşusu konusuna kafayı taktığım bir dönemde parmak ucu basmayı minimal bir ayakkabı ile denemeye karar verdim. Ancak parmak ucu basış ve minimal ayakkabıyla koşmak gayet hassas konular, yanlış uygulandığında tehkikeli bile olabiliyor.  İlk denemelerimi korkudan asfalt yerine orman patikaları gibi yumuşak zeminlerde yapmaya karar verdim. 10km civarındaki kısa koşularımın çoğunda bu ayakkabıyı kullandım, teknik konusunda hala başlangıç seviyesinde olduğumu düşündüğümden ve gerekli kas gruplarımın yeterince güçlü olmadığını hissettiğimden ötürü daha uzun koşularda giymeye cesaret edemedim.
     Her ne kadar kontrolsüz denemelerin sakatlığa varabilecek sıkıntılara yol açacağını bilsem de 1-2 ay sonra tabanımda oluşan ağrılar sebebi ile doktor gittiğimde plantar fasciitis denen koşucu sakatlığının eşiğinde olduğum anlaşıldı. Doktora koşularım hakkında bilgi verince de karşıma sebep olarak bozuk zeminde ayakları gereksiz zorlama işi çıktı. Yanlış olan şey ayakkabı değil, daha ziyade ayakkabıyı kullanma miktarım. Çoğu koşu sakatlığı gibi bu da yavaş yavaş belirdiği için fark edip doktora gitmem gene de bir zaman aldı.
    Yukarıda anlattıklarım benle ilgili başarızılıklar. Biraz da ayakkabının başarılarından söz edelim...
    Bu ayakkabı gerçekten de ayağınıda varlığını unutturacak kadar hafif. Yumuşak yapısı ile bağcıkları sıktığınız anda ayağınızı sarmalıyor. Ancak bahsettiğim gibi herhangi bir desteğe sahip olmadığı için özellikle bozuk zeminde dikkatli koşmak, alışana kadar bilekleri kollamak, olası burkulmalara karşı biraz yavaş ilerlemek gerekiyor. Bu ayakkabı ile hiç bileğimi burkmasam da burkmanın eşiğinden döndüğüm yer çok oldu. Özellikle sağa veya sola eğik zeminde koşarken ayak burkma riski yüksek (Ormanın gölet kenarı yolları dikkat etmezseniz bu iş için birebir...)
    Türkiye'de satılan ayakkabının taban detayı biraz farklı

    Tabanda çiviye benzer çıkıntılar var, bu sayede ayakkabı çamurlu ve kaygan zeminde güzel bir tutuş sağlıyor. İnce kumaşı ile ıslanmaya karşı bir koruması olmasa da bu taban yapısı ile çamurlu ve ıslak zeminde konfor sağlayabiliyor.
    Ayakkabının beğenmediğim tek yanı renk kombinasyonu. Ağırlıklı olarak kullanılan metalik yeşil, bana nedense böcekleri hatırlatıyor. Bilmiyorum bu tasarım aşamasında bilinçli yapılmış bir seçim mi ama yeşilin tonu özellikle ışık yansıması ile tam da çocukken bahçede oynarken tosladığımız bilimum siyah-yeşil böcekleri çağrıştırdı bana. Doğayla bağdaşması açısından güzel bir fikir sayılabilir belki ama zaten bu üründe başka renk seçeneği yok. Internette siyah modeli olsa da Türkiye mağazalarında sadece yeşilini bulabildim.
     Bulmak demişken enteresan bir detaydan bahsetmem lazım, okuduğum yorumlardan sonra İstanbul'daki New Balance mağazalarında bu ayakkabıyı aramaya başladım. Çoğu mağazada 44 numara ve yakın numaralarını bulamadım. Bu kadar spesifik bir ayakkabının nasıl bu kadar çok tercih edildiğini sorduğumda aldığım cevap beni çok şaşırttı; bir hayır kuruluşu yardım olarak bu ayakkabılardan yüksek adette satın almış ve dağıtmış... Yani memleket genelinde ormanlar ve dağlarda cidi minimal koşular yapılıyor ama farkında değiliz (işin kötüsü koşanlar da farkında olmayabilir)
    Son söz olarak giyimi rahat, arazide koşması zevkli bir ayakkabı. Ancak kendimi tekrar tekrar hatırlatmak zorunda hissediyorum: minimal ayakkabı işi hassas iş, önce biraz bilgilenin, sonra da yavaş ve kısa koşular ile başlayın.
  • Karanlıkta Koşmak
    November 28, 2011
    Kış aylarının gelmesi ile karanlıkta koştuğumuz saatler de arttı. Sabah erken kalkabilsek de işecyetişebilmek için koşuya ayırabildiğimiz zamanın anca sonlarında gün ışığını yakalayabiliyoruz. Aynı şekilde klasik mesai saatleri sonrası koşuya çıkanlar da karanlıkta koşmak zorunda kalıyor. Hafta sonları gün içi koşuları, güneş ışığında koşmayı tercih edenlerin yaza kadar tek seçeneği...

    Bir süredir koşularımın büyük kısmını Belgrad Ormanları'nda yapıyorum. Hafta arası erken saatlerde başlayınca işe yetişme şansı olduğunu fark ettim ve iyi yapılmış organizasyonlar (...ve biraz da feda edilmiş uykular) sayesinde ortalama haftada 2-3 gün sabahları ormanda koşar oldum. Genelde 15km civarında olan bu koşular arazi şartları ve kondüsyonum sebebiyle asfalt yol koşularına göre daha yavaş oluyor, her biri 2 saate yakın sürüyor. Bu da koşulacak mesafe ve rota zorluğuna göre sabah saat 5:30-6:00 gibi başlamak demek oluyor. Gün ışığının orman içlerine  girmesi de biraz gecikmeli olduğundan koşuların çoğu zifiri karanlıkta başlıyor.
    Patika koşusu merakınız varsa ve uzun mesafe planları yapıyorsanız, karanlıkta koşmak korkmanız ve kaçınmanız gereken bir şey değil, bilakis alışmanız ve sevmeniz gereken bir durum. Zira 50mil (80km) ve üzeri çoğu yarış ya kanlıkta başlıyor ya da karanlığa sarkıyor. Bazı Kuzey Avrupa ülkelerinde Kuzey Kutubu'na 100km yakınlıktaki Lapland Ultra gibi "beyaz geceler" avantajının kullanıldığı ve sabaha kadar gün ışığında koşulan yarışlar da var ama bunlar istisnai durumlar.
    Gece sokakta koşmak da değişik bir his, öte yandan bence büyük şehir şartları düşünüldüğünde risk katsayısı ormanda koşmaktan daha yüksek. Ama gene de karanlıkta medeniyete yakın olmak muhtemelen çoğu kişinin tercih edeceği birşeydir.
    Karanlıkta ormanda koşmak daha fikir aşamasında bile çoğumuzu ürperten bir şey. İtiraf etmek gerekirse yapana kadar bana da "çılgınca" gelen ve planlarımdan bahsettiğimde çevremden tepki aldığım bir konu. Orman ve gece kavramları zaten her türlü korku edebiyatında en kolay tüketilen malzemeler, hele bu ikisi aynı cümle içinde geçince sizi dinleyen gözler faltaşı gibi açılıyor. Ama dediğim gibi uzun mesafe işini yapacaksanız alışmak gereken ve aslında hiç de çekinmeye gerek olmayan bir konu. Tabi bazı şartları yerine getirdiğiniz sürece.
    Gece koşusu yapacaksanız en önemlisi ilk seferlerde kalabalık bir ekip oluşturmak. Haliyle gruptaki sayı arttıkça bireysel güven de artıyor. Karanlıkta ilk defa ormanda koşan çoğu arkadaşımızdan ilk duyduğumuz cümle: "yalnız başıma buralara hayatta gelemem" oluyor, ikinci cümle ise: "Bu karanlıkta yolunuzu nasıl buluyorsunuz?" Bu yol bulma (veya bulamama) konusuna da geleceğiz...
    İkinci önemli unsur ise ışık kaynağı. Ben kafa feneri fikrine bir türlü ısınamadım. Bunun ilk sebebi şimdiye kadar çevremde gördüğüm kafa feneri örneklerinin hiç biri aydınlatma olarak beklentimi karşılayamadı. İkinci sebebi de el ile kontrol edilen bir ışık hem sallantıdan ötürü gözüme daha az yorucu geliyor, hem de boynunuzu sağ sola çevirmeden istediğiniz yeri kolayca aydınlatma şansınız oluyor. İstanbul 5 Days 'in Kapalıçarşı Gece Parkuru'nda gördüğüm vapur projektörü gibi kocaman kafa lambaları hariç hiç bir lamba ormanda konforlu bir aydınlatma sağlamıyor. Bu tür lambalar da uzun koşular için boyut ve ağırlık olarak uygun değil. Şimdiye kadar fikrimi değiştiren tek ürün Aykut'ta gördüğüm ve benim de fiyat farkından dolayı sonunda kısa süre önce Almanya'dan getirtmeyi becerdiğim  Led Lenser H7 kafa lambası.
    Aykut sayesinde tanıştığım LedLenser H7
     Kendim kullanmış olmasam da çoğu koşuda Aykut ile beraberken bu üründen "faydalanma" şansım oldu ve performansını birebir yaşadım. Kendim kullanmadan yorum yazısı yazmak istemiyorum, kısa süre içinde bu ürünü detaylı anlatan bir yazı hazırlamayı da umuyorum. Ben hep Led Lenser T7 modeli el feneri ile koştum. Bu feneri biraz da şans eseri almıştım, daha aydınlatma konusunda bu gibi ihtiyaçlarım yokken Doğubank'ta gezindiğim bir gün alt katta fener satan mağazaların vitrinine takılmış, daha çok satıcıların gazı ve cazip indirimleri sonucu bu ürünü almıştım.
    sevgili LedLenser T7 fenerim
    Fenerleri incelerken patenti LedLenser firmasında olan odaklama özelliği cazip ve mantıklı gelmişti. Odaklama özelliği şu; ışık kaynağının önünde elle ileri geri kaydırılabilen bir mercek var, bu sayede ışık gücünü değiştirmeden geniş açı ile yakın alanı, dar açı ile de uzak alanı aydınlatabiliyorsunuz. Hiç karanlıkta ormanda koşmadıysanız bu özelliği şöyle tarif edebilirm; geniş açı ile yakın alan aydınlatması demek göz açınızdaki bütün alanı lekesiz aydınlatmak demek (bazı fenerlerde lens yapısından ötürü optik sapmalar oluyor ve aydınlanan alanda gölgeler, halkalar oluşabiliyor), bu seçenekte koştuğunuz yolun yaklaşık 10m ilerisini görebiliyorsunuz. Göz açısı ile kastettiğim de insan gözünün baktığı yeri gördüğü açı, yani baktığınız taraf olduğu gibi aydınlanıyor diye tarif edebiliriz. Dar açı ile uzun mesafeyi aydınlatmak ise şu; koştuğunuz yolu 50-60m ye kadar aydınlatabiliyorsunuz ama göz açısından dar bir alan ışık alıyor, yön bulmak için çok kullanışlı değil bu dar açı aydınlatması. Ben genelde koşarken geniş açı yakın mesafe aydınlatmasını kullanıyorum, hem ormanda mekanı algılamayı kolaylaştırıyor, sapmanız gereken yerleri daha rahat algılıyorsunz,  hem de uzun süre geniş bir açı görerek koşmak psikolojik açıdan daha az yorucu.
    Uzak bir noktayı görme ihtiyacı daha çok yaklaşan zemini kontrol etme veya bir ses duyarsanız uzakta neler olduğunu görmek için. Bir iki kere ormanın derinliklerine tuttuğum ışıkta çizgi filmlerdeki gibi parlayan bir çitf göz de görmedim değil, sahipleri ile tanışma fırsatım olmadı daha allaha şükür. Kedilerin de gözü karanlıkta parlar diyerek kendimizi avutuyoruz ama öte yandan da kedi var, kedi var..
    Tavsiyem yakın mesafede geniş aydınlatma ile koşmanız. Dediğim gibi küçük bir nokta görmek yerine "etrafınızı" görmek gece psikolojisini rahatlatıyor. Mekan algısını arttırıyor. Uzun süre karanlıkta koşacaksanız mekanı algılamak önemli. Aksi takdirde uzun süre monoton bir görütüye maruz kalıyorsunuz, katettiğiniz mesafeyi algılamanız zayıflıyor. Beni uzun mesafeleri koşarken en çok yoran şey zaman-mekan algılamasındaki sapmalar. Karanlık orman koşularında da en büyük kurtarıcım geniş açı ışık oluyor bu sebeple. Yoksa saatler boyu daracık bir ışık alanında hep aynı görüntüye bakarak koşmak çıldırtıcı bir şey.
    Geniş açı ışığın diğer bir iyiliği de yön bulma kolaylığı. Her ne kadar bildiğiniz parkurda koşsanız da ormanda dar yan yolların karanlıkta gözden kaçması kolay. Karanlıkta yol şaşırmak kadar da tatsız bir şey olamaz. Bu sebeple çevreyi de görerek koşmak önemli. Geçen haftalarda gece antrenmanı olması için Aykut ve Caner'le Belgrad Ormanı'nda 5,5 saat süren bir koşu yaptık Tamamı karanlıkta geçti. Bu koşudan edindiğim tecrübeler şöyle:
    • Uzun koşacaksan tanıdığın ve karanlığa alışkın arkadaşlarla koş, bir süre sonra zorluklar değişiyor.
    • Mümkünse daha önce koştuğun ve bildiğin rotalarda koş. Ana yolları tercih et. Karanlıkta koşmak zaten bir macera sayılır, bir de kaybolma macerası ile uğraşma.
    • Yedek pil taşı. Mümkünse pil değişimi sırasında ışık sağlayacak basit bir fener daha bulundur. En ufağından anahtarlık tipi lambalar bile olur. Başıma gelmedi ama ormanda karanlıkta değiştirirken yere düşen bir pili düşünmek istemiyorum.
    • Kafa lambalarının çoğunda kırmızı ışık seçeneği de var. Bu ışık dalga boyu olarak gözü daha az rahatsız ettiğinden genelde çadır içi veya kamp alanı gibi yerler için düşünülmüş. Koşarken harita okumak için de kullanışlı. Ama kırmızı ışık kullacaksan benim gibi haritada rotayı kırmızı işaretleme, en basit fizik kuralı: kırmızı ışıkta kırmızı renk hiç gözükmüyor!
    • Ateş yakabilecek bir kibrit veya çakmak taşı. Isınmak veya işaret vermek için ateş gerekebilir.
    • Acil durumlar için kırınca ışıldayan plastik tüplerden edin. Hafif ve ucuz ürünler, ortam aydınlatması ve işaret vermek için kullanışlı olabilir.
    • Ay ışığı ve zemin müsait ise özellikle yürüme molalarında ışıkları kapatmayı dene. Gece ışığında orman büyüleyici oluyor, gece koşusunun keyfini çıkart.
    • Gece ormanda koşacaksan gitmeden önce değil koştuktan sonra çevren ile paylaş, motivasyonun kaçmasın (Yakın çevre hariç tabi)













  • 2010 - Lozan Maratonu
    November 28, 2011
    2010 senesinde Berlin Maratonu'nu koştuktan 2 hafta sonra iş gezisi için Lozan'a gitmiştim. Daha maraton yorgunluğu üstüme çökmemişti. Göl kıyısında hayran hayran manzarayı seyredip gezerken 2 hafta sonra koşulacak Lozan Maratonu'nun afişini gördüm. Dedim ki, madem Berlin'de 4 saat altına inemedim, madem antrenmanım var, madem vize hazır, madem bu memleketi sevdim, e hadi gel de koş o zaman, fırsat bu fırsat...
    Bu yazının devamını da Lozan dönüşü yazmıştım
    Evet bir maraton macerası daha sona erdi... Hiç kıvırmadan, edebiyat yapmadan kabul etmeliyim ki 5 hafta aralıkla ikinci maraton koşmak hıyarlığın dik alası imiş… Diyeceksiniz ki koca adamsın niye laf dinlemedin? Hadi bizi dinlemedin vücudunu da mı dinlemedin? Problem zaten vücudumu dinlemekte, daha doğrusu biraz erken dinleyip sonra kulak asmamakta (hem vücuda hem sizlere) Peki nasıl oldu bu iş? Berlin’de hedef 4:00 idi, şöyle ya da böyle olamadı, 13 dakika fazla oldu, ben de kendimi fazla zorlamadığımı düşünerek, ilk hafta yorgunluğumu da fark etmeyerek böyle bir karar verdim.
    otel odamızdan şehir

    Allahın cezası kitapta 4 hafta ara ile maraton programı da görünce “hah oluyormuş işte ki adamlar program yazmış” dedim. Tamam yazmışlar da kimin için? Her hafta 42km koşanlar da var, aynı mısın kardeşim sen onlarla? Hatta günahını alıyorum da o kitapta şöyle bir cümle de var “4 hafta sonra koşmanız gerekiyorsa (ki “gereklilik” görece bir kavramdır)” Esas püf noktası orda işte, görmek isteyene. Neyse görmedik, sizi de dinlemedik, işin kötüsü programı da tamı tamına yapamadan Lozan yoluna koyulduk…

    HAZIRLIK EVRESİ
    Fondü denizinde yüzerken
    Bu sefer yaklaşık bir hafta dinlenerek 4 haftalık programa başladım. İşin kötüsü hem Berlin’de kendime göre iyi bir derece yapmanın hem de gene kendime göre epey kilo vermenin de getirdiği rehavet ve şımarıklıkla, yeme işine gereken hassasiyeti göstermeden 88 kg ‘dan 89,5 kg’ya çıkmayı becermişim bu arada. Programdaki kısa koşular iyi geçse de en uzun koşu olan 24km de ilk defa “naaptım ben yaa?” dedim kendi kendime. O an aklımdan geçenler Lozan’ı bitiremeyeceğim yönünde olmasa da, zor bitireceğim yönünde idi. Fazla bir maraton tecrübem yok ama artık maraton öncesi son uzun koşularımdan o maratonun az çok nasıl geçeceğini anlayabiliyorum. Bunda da dedim ki “bu iş olur olmasına ama ite kaka, yürüyerek ve yorularak…” Daha sonra karamsarlığım arttı, diz ağrılarım ve genel yorgunluğum çoğaldı. Hatta son güne kadar acaba yarı maratona mı çevirsem kaydımı diye düşünmeye başladım. Allahtan arkadaşlarım bana benden çok güvendiler, bu güveni yansıttılar ve stresimi olabildiğince azalttılar. Ben de Lozan’a uzun ve güzel manzaralı bir tecrübe koşusu niyeti ile gittim. Fark ettiğiniz gibi hazırlık bölümünün içini dolduracak çok da bir halt yok, daha çok psikolojik savaş evresi…
    Lozan’a vardık, kısıtlı süremizin her anını değerlendirerek güzel yedik içtik, otele yerleşip uyuduk. Sabah yanlış saat ayarlamış olmam sebebi ile planladığımızdan 1 saat daha erken uyanıp kahvaltıya indik, “ya bu hava ne kadar da geç aydınlanıyor?” derken saati fark ettik ama bir bakıma da iyi oldu. Gidip numaramı aldık, epey boş ve sakindi kayıt çadırı. Oradan start alanına gittik. İnsanın karısıyla gitmesinin faydaları işte, bol bol resim çektik. 
    hiç bu kadar taraftarım olmamıştı

    Hatta Lozan’da okuyan kardeşini ailecek ziyarete gelmiş olan bir lise arkadaşım start alanına geldi annesi, karısı, oğlu ve kardeşi ile. Onların hayret dolu “Nasıl yani sen şimdi koşacak mısın o kadar yolu?” sorularıyla hoşça vakit geçirdik, sonra onlar kahvaltıya ben de start çizgisine… O arada ısınırken benden başka koşacak olan iki Türk’ten birisi beni buldu. Kayıt listesinden biliyorum üç Türk’üz Lozan’da koşacak olan. Biri 62 diğeri 52 doğumlu. “Onlar da beni görmüştür, ay yıldızlı formamdan tanırlar” diye düşünürken 5. dakikada “oooo merhabaaa merhaba” diye üzerime atladı birisi. Sanırım 52 doğumlu olan “Ali” ağabeymiz. “Memleket nere?” dedi, “İstanbul” dedim. “Kaç koşacan?” dedi, “dört buçuk civarı herhalde bakacağız artık” dedim. “Ohooo ben 3:45!” dedi, koşa koşa gitti. Sonra yarı yolda ben daha giderken karşıdan dönüyordu Ali Abi, herhalde koşmuştur hedefini. Derken Start’a dizildik.

    STARTA BEŞ KALA (ASLINDA DÖRT KALA)
    Start takı altında aile fotoğradı
    Topu topu 1400 kişi, zaten hızlı arkadaşlara 4 dakika önce ilk dalga start verildi, bizler de ikinci dalgayı beklemeye başladık. O an dedim ki kendi kendime “Tamam ulan korkacak bir şey yok, maraton kafasını biliyorsun artık, eşeklik ettik bir kere, artık saçmalamadan tamamlamak lazım” Saçmalamakla kastim derece yapacağım diye kendimi paralayıp sakatlık çıkartmak... Baktım süre bayraklı amcalar var, dedim 4:30 bayrağına takılırım, zorlarsa geride kalıp daha uzun bitiririm ne yapalım.

    START VE İLK 10km
    Tam start için geri sayım başladı, ben 4:30 bayrağını kolluyorum aaa bir de baktım 4:15 bayrağı da var. Eh o zaman ben bu 4:15 amcası ile takılayım, yorulursam 4:30 amcasına kalırım dedim. Daha start verilmedi, ben saçmalamaya başladım ufaktan. Yarış psikolojisi işte. Ne kadar atıp tutsam da yarışmayı sevmiyorum diye o an başka işte. Neyse. Start verildi, koşmaya başladık. Ben plana uyarak 4:15 amcasının biraz önünde koşuyorum emniyet payı bırakarak. Aaaa o da ne biraz önümda 4:00 amcası var? Haydiii… E baktım 3-4km oldu hala az önümdeler, baktım bacaklarım da iyi gibi, oldu olacak 4:00 amcasına takılayım yorulursam geri kalırım demeye başladım. Dikkat daha 5 km bile olmamış! Ufaktan 4:00 grubuna yanaştım, başladık 15-20 kişi beraber koşmaya. Askerlik günlerimi hatırladım. Tempo güzel, bacaklar ve nefes iyi, tamam dedim ben bu amcayla devam ederim, halim kalmışsa sonda da zorlarım biraz, bu sayede 4:00 altında bile bitirebilirim. Ya işte şişede durduğu gibi durmuyor arkadaşlar. Yarış ortamı tuhaf bir ortam. Derken ilk 5km de su istasyonuna geldik. Ben durmadan su alıp kağıt bardaktan ağzıma burnuma su taşırarak devam ettim 4:00 grubunun yaklaşık 50m önüne geçtim. Allah dedim 4:00 grubu beni takip ediyor ne güzel bir his! Korkmayın gözlerim 3:45 bayrağını aramadı, o kadar da değil, o artık tinerci kafası olurdu herhalde…


    10-20km ARASI
    10km bitmeden şehir bitti, Lozan zaten Kadıköy kadar bir yer. Sahil şeridinde koşmaya başladık. Rota otoyol, sağ taraf göl, karşı yakada Alp Dağları ve İtalya toprakları. Hava hafif bulutlu, Alpler de hafif karlı. Sol taraf dik yamaçlar ve set set üzüm bağları. Nefis manzara. Arada ufak köy gibi yerlerden geçiyoruz, birkaç kişi el sallıyor, destek oluyor. Sık sık da tren geçiyor yanımızdan. Başka bir hareket yok. Millet de domuz gibi, kimse konuşmuyor, pıtır pıtır koşuyoruz. Biz 15km ye geldiğimizde ilk 5 atlet karşı yönden yanımızdan geçti. Geçerken hepimiz alkışladık, herifler geçer geçmez dedikodu başladı. Herkes kendi dilinde vay anasını tarzı şeyler söylemeye başladı. Ben de Ali ağabeyimin çok önde olmasına güvenerek epey güzel küfrettim. Sonra gene ortam duruldu, ayak sesleri ve rüzgar. 20km ye yaklaşırken başka bir yerleşim bölgesine girdik, Vevey denen kasaba. Vevey sanırım çatal demek, adamlar 10m boyunda bir çatal heykeli dikmişler suya, sanki göle saplanmış gibi duruyor, komik. Derken bende ufaktan yavaşlamalar başladı. 4:00 amcası ensemde bitti. 21km dönüşünü tam döndük kii 4:00 amcası gazladı gitti. Ya da ben geride kaldım. Ya da ikisi birden bilmiyorum artık. Bu arada fark ettim ki Garmin mesafede geri kalmaya başlamış. Stres olmayayım diye ekrana sadece mesafe ve tempo ayarlamıştım, zaman yoktu. Mesafeyi de jel almak için kontrol ediyordum. Nasıl olsa pacer amcalar da vardı, ne gerek vardı detaya? Ama saatteki mesafelerin tabelalarla uyuşmadığını fark edince kendi aklımca bir ayarlama yaptım, ileri giden Garmin’in ekranı kilometre başına gelince durdurup yoldaki km tabelası hizasında tekrar çalıştırmaya başladım. Bu sayede Garmin verilerim totalde sapıtmış oldu. Olsun maksat kalan mesafeyi görmekti zaten.
    20-30km ARASI
    Valla iyi olmuştu saçmalamadığım, daha ilk yarıdan 4:00 amcasına takılıp, beklentimden hızlı koşmuş, bir de bu grup basıp arayı açınca dertlenmeye başlamıştım. Neyse dedim kendi kendime, demek ki o kadar da kötü duruma değilim, şu 32’ye varayım, gerisi kolay, bir şekilde biter. Ama 30km bile gelmek bilmedi. Koşucuların arası açılmaya başladı, rüzgar çıktı, hız düştü, yorgunluk başladı. 25km de ilk küçük molamı verip su istasyonunda 100m yürdüm. Sonra tepeler gelmeye başladı. Türkçe ana avrat tepelere küfrede küfrede devam ettim. Jeller falan derken 30km ye vardım. Ha gayret az kaldı 32’ye. E tamam da sonrası?

    30-40km ARASI
    Tepeler, rüzgar, yorgunluk derken 30’a doğru her km tabelasında 100-200m yürümeye başladım. 4:00 amcası ufukta kayboldu. Sinir bir his insanın umutlarının ufukta kaybolup gitmesi… Arada irkilip geri bakıyorum 4:15 amcası ensemde bitecek diye, derin bir oh çekiyorum, görüş alanımda değil. Gene de pes etmeden devam ediyorum. İşte daha önceki dört maratondan en büyük tecrübe bu. İlerde ne var biliyorum artık. Zorluk var ama zorluk bilinmezlik kadar korkutucu değil. Bu sayede ite kaka koşuyorum. Derken klasik grup oluştu, 15-20 kişilik bir ekip sırayla birbirimizi geçmeye başladık. Geçenler ilerde yürüyor, biz geçiyoruz, derken biz yürürken onlar geçiyor. Bir de geride kalanlar oluyor tabi, 40km ye doğru sayımız 7-8 kişiye indi bu şekilde. Bir sürü havalı T-shirt giymiş, muhtelif memleket maratonlarının finisher T-Shirtlerini taşıyan dallama bu mesafelerde geride kaldı. Canım benim, başlarken değil bitirirken görelim o kıyafetleri. Neyse. Her kilometre tabelasında dura kalka geldik 40 km ye.

    40km ve FİNİSH
    Bitişte ağlamakla gülmek arasında
    Dedim ki 40km de artık durma, koş, çizgiyi de koşarak geç. Son bir gaz yüklendim, son jelimi bacağına kramp giren Fransız amcaya hediye ettim, durmamak üzere başladım koşmaya. 41km ye gelirken yol Lozan sahiline indi, uzaktan bitiş gözüktü. Çizgi ile aramda 1km gibi bir mesafe var, arada da 10-15 kişi koşuyor. O an nerden geldiğini bilmediğim bir enerji ile, daha iyi tanımlamak gerekirse yerden bacaklarıma yükselen bir sıcaklık ile başladım hızlanmaya. Bir de baktım son dur kalk solla grubundan çelimsiz bir teyze de hızlanmış yanımda koşuyor. Başladık birbirimizi gazlamaya, “Come Ooon” diye bağıra bağıra koşuyoruz, neredeyse o aradaki herkesi geçtik. Son dakikada hızlanıp adam sollayanlara illet olurdum hep, bu sefer ben de yaptım ama, baktım biraz enerji kalmış, gittiği yere kadar diyerek depara kalktım. Ama bu sayede çizgiyi hızlı ve mutlu geçtim. Sonra teyzeyle tebrikleşip ayrıldık. Sol taraftan karımı duydum, hemen resimlerimi çekti o halde. Ufaktan ağlar gibi yaptım, öpüştük falan, sonra ben sulara ve muzlara yöneldim. O sırada Meltem’in cebine mesaj geldi ve kahroldum, 4:13 bitirme süresi! Şaka gibi, Berlin’le tıpa tıp aynı… Ah be dedim, bir mola az verseymişim süreyi iyileştirecekmişim. Neyse artık olan olmuş, üzülmemek lazım. Ortamın keyfini çıkarmaya çalıştık. Artık Avrupa şöyle iyi böyle iyi, Avrasya aman ne rezalet geyiklerine girmeyeceğim, kısaca çok farklı “zihniyetler” diyerek geçelim. Hemen madalyalı anı fotoğrafları çektirdik, eşyaları aldık, giyindim. Yakındaki bir İtalyan lokantasına girerek makarna yedim şifa niyetine.

    SONUÇ VE KENDİNİ KANDIRMA FASLI
    Sonuç şu ki ben hala 4:00 lık adam olduğuma inanıyorum (işte kendini kandırma kısmı da bu) Valla! Sebeplerine bakalım: Berlin’de kalabalıktan ve kendime güvensizlikten yavaş başladım, son kilometrelerde de hızlanarak başta kaybettiğim süreyi kazanacak gücüm kalmamış oldu. Diyorum ki baştan tempo tuttursaymışım 4:00 olurmuş. Lozan’ a gelince; gene 4:00 olmadı ama parkur Berlin’e göre hakikaten daha zordu. İniş çıkışlar vardı, yol boştu, seyirci ve ortam motivasyonu zayıftı. Öte yandan kaslarım yorgundu, daha 35 gün önce bir 42km dana koşmuştum. 2kg ya yakın daha ağırdım. Gene de Berlin’le aynı koştuysam demek ki Berlin çok daha iyi olabilirmiş. Bu palavralardan yola çıkarak kendimi 4:00 lık adam olarak görüyorum işte… Her ne kadar daha 4:00 koşmuş olmasam da…

  • 2011 - CONNEMARA ULTRA MARATONU
    November 28, 2011


    Son maratonum olan Berlin'den önce kafaya koymuştum burada koşmayı. Ne zamandır ultra koşmak için kaşınıyor, uluslararası yarışlara bakınıyordum. Ultra koşmak benim için bir ilk olacağı için nispeten kısa bir mesafe olsun diyordum. Araştırınca 50km lik yarış çok, ama kalkıp da sırf 8km için maraton mesafesini geçmek çok anlamlı olmaz gibi geldi düşününce. 100km ve üstü koşular için de biraz erken olabilirdi. İlk seferde dağlara tepelere vurup ormanlarda koşmak da doğru olmayacaktı, patika koşusu apayrı bir dünya ve bu konuda tecrübem az. Kısacası bana gereken asfaltta koşulacak, 50 ile 100km arası mesafede, Avrupa sınırları içinde yapılacak bir yarıştı. Derken karşıma Connemara Maratonu çıktı, tam bu iş için biçilmiş kaftan.
    Resimlere falan baktım, doğası da nefis. Irlanda topraklarında koşmayı da hep hayal ediyordum gördüğüm resimlerden yola çıkarak. Derken kararımı verdim, yeni hedef olarak Connemara'yı koydum önüme. Hemen kayıt işlerini hallettim, bilet ayırttım, vize çalışmalarına başladım. Ufak bir ayrıntı kalmıştı geriye; antrenman yapmak...
    Maraton konusunda internette birsürü program var. Hatta değişik antrenman sistemleri bile mevcut, her seviye ve hedefe göre program seçebiliyorsun. Ne yazık ki ultra için bu gibi hazırlop seçenekler yok. Tabi kabaca programlar mevcut ama maratondaki gibi detaylı seçenekler yok. Sonra anladım ki zaten buna gerek de yok. Belli seviyede bir koşucu iseniz daha doğrusu belli bir mantıkta antrenman yapmayı biliyorsanız size yol gösterecek programlar bunlar. İşin mantığını bilip kendinize göre adapte etmeniz lazım. Ultra antrenmanının maraton antremanından çok da büyük bir farkı yok. Maraton programlarının genel mantığı haftada ortalama dört kez koşturması. Orta-kısa-orta-uzun şeklinde haftayı tamamlıyorsunuz, git gide mesafeler uzuyor, seviyeye göre en fazla 32km lik koşular veriyor, hedefe göre de teknik hız çalışmaları içeren koşular var. Ultrada bu kadar detay yok. Daha çok süreye odaklı koşular var, insanı çaktırmadan belli bir mesfeyi bitirmeye değil de belli bir süre koşmaya hazırlıyor. Şimdi anlıyorum ki en büyük numara uzun süre koşmaya alışmak, uzun saatleri sindirmek. Bu arada zaten güçleniyorsun ve mesafe de kendiliğinden geliyor. Vücudu yüklenmeye alıştırmak için de peş peşe günlerde uzun koşular var. Ben bu koşuları Cuma ve Cumartesi olacak şekilde ayarladım ama itiraf etmek gerekirse hiç arka arkaya koşamadım. Ya araya bir gün girdi ya da mesafeler değişti. 16 haftalık programımı elimde olan ve olmayan sebeplerden epey aksattım. Düşünüce belki de programa anca %70 uyabilmişimdir diyebiliriz. Ama bu sefer hiç kafaya takmadım, esnek olmaya çalıştım. İyi ki de takmamışım. Ha belki o arada atladıklarımı tamamlasam koşuda toplam sürem biraz daha kısalırdı ama o zamanki şartları zorlamaya değer miydi bilemiyorum. İşte bu şekilde zaman akıp geçti, Nisan geldi çattı. Koşuya iki hafta kala "aktif dinlenme" evresi başladı. Yani uzun koşular bitti, git gide kısalan koşular başladı. Gene de koşuya 2 hafta kala ben hala ardarda yarı maratonlar koşuyordum. Velhasıl 16 haftalık program, başta çok uzun gözükse de bir şekilde bitti...

    YOLCULUK ve İRLANDA KÜLTÜRÜNE GİRİŞ

    Yarış Öncesi Yeme! dedikleri..
    Meltem'le Cuma gününden yola koyulduk. Önce Dublin'e geldik, Cuma gününü şehir gezip pisboğazlık ederek geçirdik. Bütün koşu kitaplarının hemfikir olduğu bir konu vardır; yabancı bir şehre gidiyorsanız koşudan önce kendinizi çevreye kaptırıp gücünüzü gezerek harcamayın, fazla yemek yemeyin. İyi de kardeşim gel de uy bunlara bu şehirde. Hem daha koşuya iki gün var, ne gerek var manastır hayatına? Bunları yapmayacaksak Mecidiyeköy yollarında da koşmayı biliriz, o kadar yol gelmişiz, sormazlar mı adama naaptın neettin oralarda, nasıl İrlanda birası bizimkine göre güzel mi diye falan...
    Irlanda kocaman bir çayır. Uçaktan bunu anlıyorsun zaten. Dağ yok, tepe yok, ağaç yok, her yer çimen, ot ve çalı çırpı. Coğrafyasını daha iyi anlamak isteyen gitsin kırtasiyeden kareli kağıt ve her tonda yeşil boya kalemi alsın, bir de tipeks. Sonra kareli kağıdı kafasına göre karelere bölerek yeşil tonlarında boyasın. Bunlar tarlalar çayırlar işte. En son da tipeksle tepeden gelişigüzel beyaz noktalar püskürtsün, aha bunlar da koyunlar olsun. Al sana Irlanda haritası. Şehirlerde de binalar alçak, hepsi iki katlı, üç katlısı nadiren var. Bakınca göz alabildiğine uzanan bir yeşillik ufka kadar. Kocaman bir futbol sahasının ortasında gibi. Dublin şirin bir şehir, sıcak, insanları samimi. Hepsi genetik geveze. Suna ve Çağın uyarmıştı bu milli gevezelik konusunda da bu kadarını tahmin edememiştim. Birine merhaba de, soru sormana gerek kalmadan çocuklarına, ev kirasına, işine kadar her şeyini anlatıyor. Genel sıkıntı aynı, herkes ekonomik sorunlardan dertli. Geçen senelere kadar her şey mükemmelken bankaların bok yemesi sonucu herkese yüksek krediler verilmiş, ciddi borçlar başlamış ve çoğu kişi bu yüzden batmış. Ekonomi çuvallamış, herkes kara kara bu borçlardan nasıl kurtulunacağını düşünüyor. Bir Avrupa ülkesine göre çok daha sıcaklar, iletişim derdi diye bir şey yok.
    Ekonomik problemler, Irlanda birası derken Cumartesi oldu, trene binip Galway'e ulaştık. Sevgili Çağın'ın kalbini bıraktığı memleket... Valizlerden kurtulup şehri gezmeye başlayınca çok da haksız olmadığını anladık. Önce kayıt işlerini halletmeye gittik, şehrin hafif dışında bir otel. Kayıt masaları boştu, hemen göğüs numaramı ve çipimi aldım. Fazla sallanmadan şehir merkezine döndük. Akşam kalacağımız otel koşunun başlayacağı ve biteceği kasaba olan Connemara'da. Bu kasabada pek bir halt olmayacağını tahmin ettiğimiz için son otobüse kadar Galway'de sallanalım dedik. Galway cıvıl cıvıl bir yer, sanki üniversite, hatta lise kantini gibi. Hele bir yaya bölgesi var ki yan yana yüzlerce dükkan ve pub. Şirin dükkanlar, hepsine girip çıkası geliyor insanın. Bir de bit pazarı gibi sokak bulduk, etrafa hayran kala kala gezip sonunda kendimizi bir lokantya attık. Gayet leş bir yemekten sonra otobüsümüze binip Connemara yollarına koyulduk.
    Bölgenin Şifalı Suyu
    Akşama doğru otele geldik. Otel tarlaların içinde bir bina. Her işe bakan 2-3 tane personeli olan bir işletme. Odamıza yerleştik. Musluğu bir de açtık ki ne görelim, kahverengi bir su akıyor. Görevliye bu ne be diye sorunca bölgenin özelliği olduğunu, her evde bu şekilde su kullanıldığını ve sorun olmayacağını öğrendik. Hatta bize acıyan kız beş dakika sonra kapımızı çalarak suyun laboratuvar raporunu getirdi. Vatani görevini tamamlamış bir koşucu olarak bana çok koymasa da zavallı Meltem'de biraz soru işaretleri uyandırdı tabi bu durum. Ama suyun durumunu şöyle anlatayım, küveti doldurun, içine bir kova toprak boşaltıp iyice karıştırın. İşte size Connemara'nın doğal suyu. Aynen bu banyoda bacaklarımı dinlendirdim koşudan sonra. Demek herifler bu yüzden turuncu saçlı nesiller boyu... Yapacak iş bulamayıp otelde akşam yemeğimizi yedik. Ben ertesi gün için giyeceklerimi hazırladım. Kızım Nar akşamları yatmadan ertesi sabah için giyeceklerini hazırlar, yatağın yanına serip bu işleme de "ertesi gün için kız yaptım" der. Ben de kendime kız yaptım. Sonra erkenden yattık.

    YARIŞ GÜNÜ ve KOŞU
    "Müdür"le Anı Fotoğrafı
    Yarış sabahı otel kahvaltılarında çok eğlenirim, ortalık koşu ayakkabılı taytlı herif kaynar, herkes yan gözle birbirini keser. Gene öyle oldu. Bir sürü taytlı amcayla kahvaltımızı yapıp giyinmek üzere odaya çıktık. Hala beceremediğim bir iş olan t-shirt'e göğüs numarası iğneleme işini Meltem'in yardımı ile halledip aşağı indik. Starta 45 dakika kala ultra toplantısı var, çok heyecanlı. Ben nedense Top Gun vari bir toplantı olacak, hepimize çok önemli şeyler falan anlatacaklar sanıyorum. Hiç de öyle çıkmadı, gayet paçoz bir salonda bengay kokuları içinde toplandık. Yarışın organizatörü herif bir yemek masasının üzerine çıkıp konuşmaya başladı. Önce burada bu amaç için toplanmış 150 kişiden kendilerini cesaretleri için alkışlamalarını istedi, alkışladık. Sonra kısa bir konuşma yaptı. Kabaca rotayı anlattı. Dedi ki rota basitmiş, kocaman bir daire çizecekmişiz. Topu topu 4 kavşak varmış, hepsinde sağa sapacakmışız. Teker teker tüm kavşakları tarif edip "sağa" diye tekrarlattı hepimize. Meğer geçen sene salağın biri herşeye rağmen 3. kavşakta sola sapmış. Koşarken o sapağa baktım da, sola sapan herif hala tarlalar içinde koşuyor olabilir... En sonda da dedi ki, geçen sene ultra koşanlardan bir atlet Everest'e tırmanmış ve demiş ki; Everest'e çıkmak Connemara ultra maratonundan kolaymış... Aman ne komik tam koşu öncesi. Sonra toplantı bitti, ben bir Türk olarak müdürle fotoğraf çektirdim. Derken ara istasyonlar için malzeme teslimi sıkıntısı başladı. Olay şu; toplam 3 eşyanızı yarıştan önce belli mesafelerde kurulacak masalarda almak üzere teslim etmenize izin veriyorlar. Yarış başlayınca teslim ettiğiniz ıvır zıvır o noktalara götürülüyor, siz o noktadan geçerken hazır oluyor. Hiç alışık olmadığım bir uygulama. Feci kafam karıştı böyle bir hak tanınınca... Bir türlü karar veremedim ne bıraksam diye. Boyut ve ağırlık kısıtlaması da yok. Yani vantilatör ve jeneratör olur, piknik tüple çaydanlık ve demlik olur, allah ne verdiyse. Şartları fazla zorlamadan Tadımca barlarımdan iki tanesini 22.mil masasının variline attım plastik poşet içerisinde. Gerçi sonra yolda kilometre mil hesabı yapmaya çalışırken iki gram aklım da karıştığı için 22. Mil masasını güle oynaya geçince Tadımca barlarım da yalan oldu ama naapalım tecrübe işte hep bunlar.
    Gereksiz kalın giyinmiş ben

    Toplantı faslı bitince otobüslere gittik. Otobüsler bizi 1 mil öteye start noktasına götürdü. Dairesel rotanın tam otelin önünde 63km de bitmesi için startı bu şekilde geri çekmişler. Meltem'le vedalaşıp otobüse bindim. Herkes don gömlek, bir ben uzun kollu ve uzun taytlı. Tamam hava çok soğuk değil de bulutlu be kardeşim... Muhtemelen 6-7 saat dağ tepe koşacağız, bu bulutlu havanın ne olacğı belli mi olur? Diyerek Cevat Kelle olarak yola koyuldum. Etrafa bakıyorum, sakallı yaşlı bir amca dışında uzun kollu eldivenli kimse yok benden başka... Olsun. Üşüyeceğime yanımda taşırım öte berimi. Sevgili bir yağmurluğum vardır yıllar önce ciddi bir servet ödeyerek yurtdışından aldığım, onu bile aldım yanıma. Özelliği kılıfına tıkıştırınca bir elma kadar olması. Onu da jelleri taşıdığım kemerime iliştirdim. Dailymile sayfasından bu koşu için tanıştığım iki herif var, biri Brian maraton koşacak, diğeri Grellan o da ultra koşacak. Grellan kendi deyimiyle 40'ından sonra sapıtıp koşmaya başlamış bir amca. Epey hızlı bir amca ama, sonradan öğrendim ki 150 kişilik ultracılar içinde 17. bitirmiş koşuyu gayet ciddi bir zamanlama ile. Yazdıklarını okudum, bir iki resmine baktım gelmeden, gayet karizmatik bir amca, Iskoçyalı filmindeki ölümsüz şövalyeler gibi bir herif var hep kafamda. Start verilmeden önce gözüm böyle bir amca arıyor ama yok. Derken o yaşlarda tek sakallı adamın yanına seğirttim, ben daha bir şey demeden "ılgaaaz" dedi... Hay allah gayet tüysüz, pespembe kollu, çilli, ileri derece numaralı gözlükleri olan bir amca çıktı. Vay Grellan naaptın neettin derken start uyarısı geldi. Tarlaların ortasında 150 kişi toplaştık, müdür havalı kornasını öttürünce tın tın koşmaya başladık. Bana eldiven şapka ve belimde sallanan yağmurluk topağı feci fazla gelmeye başladı. Otelin önünden geçeceğimizi anlayınca sevindim, kesin Meltem ordadır ben de fazlalıkları veririm dedim. Ama Meltem orda yoktu, ben de eldiven ve şapkayı taytımın beline sıkıştırdım, kemere asılıyken her adımda taytımı biraz daha aşağı çekerek donumu tüm İrlanda'ya ifşa eden yağmurluğumu da mecburen 63km boyunca elimde taşıyarak yoluma devam ettim.
    Yol Boyu "Sabit" Göl Manzarası

    Antrenmanlarda benimsediğim yöntem şuydu, uzuncana bir ısınma koşusu, sonra 17 dakika koşu 3 dakika yürüyüş. Bu sayede bacakları çok yormadan uzun mesafeler gidebiliyordum. Yarış için de saatimi bu şekilde programladım. Dedim ki yarı maraton mesafesine kadar 21 km yavaş tempo koşarım, ısınmış olurum, sonra 17/3 düzenine geçerim, gerisi de allah ne verdiyse... Başladıktan sonra gayet rahat koşarak devam ettim. Hatta bir de baktım ki 5:40 lar civarında koşmam gerekirken 5:00 lere kadar çıkmışım tempo olarak. Önce yavaşlayayım dedim ama baktım topluluk bu tempoda devam ediyor, neyim eksik ulan diyerek zorlanmadan devam ettim. Arada arkayı kolaçan ediyorum, tahminen 150 kişilik grupta 50. Sıralardayım. Herkes sabit hızda devam ediyor. Epey yaşlı amcalar teyzeler var, bir zen edasıyla trans halinde koşuyorlar. Bunlar muhtemelen sabit bir hızda devam ederek hiç ara vermeden bitirdiler parkuru. Etrafımdakileri çok seyrettim koşarken. Hakikaten ultra işi farklı. Kimse birbiriyle veya zamanla yarışmıyor. Herkes mutlu. Sakin. Zamanla yanımdan geçenler de oldu ama hiç biri benim yarım kadar zorlanmıyordu bile. Kayar gibi geçip gittiler. Bence bu antrenmanla değil zamanla öğrenilecek bir şey. Hatta belki de öğrenilecek bir şey de değil, ulaşılacak bir nokta. Bakalım, acelemiz yok, yavaş yavaş geliriz inşallah o mertebelere...
    Yanımda koşan enteresan bir amcaya takıldı gözüm. Herifin belinde bir alet takılı, telesekreter gibi mesafeyi okuyor gayet mekanik bir sesle. Yaklaşık 2 dakikada bir ne kadar yol koştuğunu söylüyor. Ohooo işimiz iş, saatlerce bu herifi mi dinleyeceğiz? Neyse ara açıldı, gerçi gene ara ara denk geldik robokop amca ile ama korktuğum kadar sıkıcı olmadı.
    Derken yarı maraton noktasına geldik, saat bipledi, hop yürü biraz dedi. Hiç yorgun değilim ama biliyorum ki yol daha uzun. Programa uymak gerek. Yürümeye başladım. Sanırım ilk yürüyen ben oldum. Yanımdan geçen herkes durup veya yavaşlayıp "nooldu birader iyi misin?" diye sormaya başladı. Evet sorun yok planlanmş bir mola diye açıklama yaptım herkese. Samimi bir topluluk. Çoğu kitapta ultracıların birbirine feci destek olduğunu okumuştum, bu dahil bir çok noktada anladım bunu. Derken koşa yürüye maraton noktasına da ulaştım. Aaa o ne? Şaka gibi, son iki maratonunu 4 saat 13 dakikada tamamlamış olan ben, maraton noktası olan 42 km yi gene guguklu saat gibi 4 saat 13 dakikada geçtim. O kadar atıp tuttumdu yok efendim ben aslında 4 saatte maraton koşacak adammışım falan diye, al sana 4 saat, alakası yokmuş, gayet de 4:13 lük adammışım yani. Neyse gülme tuttu beni bunları düşünürken. Şaka maka maraton kısmı bitti... Kaldı bir 21km daha. Bacaklar iyi, genel durum iyi, hava güzel, sıkıntı yok, tamamdır bu iş dedim kendi kendime. Derken aralar açılmaya başladı. Önüm arkam boşaldı, çayırların çimenlerin arasında tek başıma koşmaya devam ettim. Fiziksel olarak olmasa da zihinsel olarak çok yoruldum bu arada işte. Hatta bir ara feci bunaldım, su veren küçük kızları da o kafayla geride bıraktığım kızlarıma benzetip bir bunalıma girdim ki sormayın... Yalnızlığın ortasında bağıra çağıra ağladım. Rahatladım ama. Öte yandan da çok güzel bir his, bütün sıkıntını kusuyorsun çayıra çimene. Salak koyunlardan başka kimse yok. Ağladım, bağırdım çağırdım rahatladım biraz. Kafam yerine geldi. Valla bu ultra mereti fiziksel olmasa da zihinsel yordu beni. Şehirde koşmaya hiç benzemiyor 7 saat çayırlarda koşmak. O gece başlayıp sabaha kadar ormanlarda süren 100km koşularını hayal edemiyorum...
    42km noktasından sonra sevimsiz tepeler başladı. Çok dik değil ama uzun tırmanışlar. Koşsan koşulur ama sonrasını bilmiyorum ki, en korktuğum şey gücümü tepelere harcayıp koşamayacak hale gelmek. Ufaktan yürümelere başladım. 17 dakikalık koşular plan dışı yürüme molaları ile bölünmeye başladı. Gene de plandan çok sapmamaya çalıştım, arada yürüsem de 17 dakikalık bloklara sadık kaldım elimden geldiğince. 50km civarı zaman algısı epey sapıttı. Yürüme molalarından sonra koşmaya başlayınca herhalde epey olmuştur diyerek saate bir de bakıyorum ki daha topu topu 5 dakika olmuş. Tamam artık 17 dakika bitiyordur diye ikinci bakışımda da anca 12 dakika geçtiğini fark ediyordum. Ben de saatin sinyali gelene kadar saate hiç bakmamaca oyununu icat ettim. Başta zor geldi ama alıştım. Ufaktan bacaklarda yorgunluk başladı. Düzenli olarak jel yedim, susamasam da 5km de bir her masada düzenli su içtim. Muhtemelen 7 saatte 4 litre su içmişimdir ama hiç çişim gelmedi. Bacak yorgunluğu enteresan bir his; o an inat edip koşmaya ara vermezsen bacaklar otomatik pilota geçiyor, yorgun bir halde istem dışı bir şekilde koşuyorsun. Hatta ortamdan izole oluyorsun, sanki rayda gider gibi. Değişik bir durum, anca çok yorulup inat edince yaşayabildiğim bir his bu. Sonlara doğru güçlü ultracılar arayı açtı, bu sefer aralara tecrübesiz yarı maratoncular ve yürüyüşçüler karışmaya başladı. Yarışın zamanlamasını öyle ayarlamışlar ki, önce ultra başlıyor, sonra 21km ilerden maraton başlıyor, en son da 42 km ilerden yarı maraton başlıyor. Böylece herkes peş peşe aynı çizgiyi geçerek kendi mesafesini tamamlıyor. Sonlara doğru geri kalan yarı maratoncuları ve yürüyüşçüleri geçmeye başladım. İnsana güç veren bir his. Ego tatmini. İçinden diyorsun ki, bak sen daha 21 km yi yürüyemedin ama ben 42 km dir koşuyorum naaber? Dışından da diyorsun ki "kolay gelsin" onlar da muhtemelen içlerinden bu 63km koşmaya çalışan hıyarlara gülüyorlardır. Naapalım amca alın yazısı, koşmamız gerekiyormuş koşuyoruz işte...
    Sonlara doğru yürüyenler arttı. Hatta Hintli kılıklı bir adamın bacaklarına feci kramplar girdi, kendini yolun kenarına attı. Hemen etrafına toplandık, yardım ettik. Birisi cebinden izotonik tuz tableti çıkarttı, ben jel verdim, sürekli küfreden bir amca da bir taraftan küfrederek hintli abinin bacağını esnetmeye başladı. Kabaca dedi ki, bu fakink yokuşlarda hep fakink koştun, olacağı budur işte fakink kramp girdi, sakın hemen koşma, yarım fakink mil kadar yürü sonra fakink koşarsın. Bu fakink amcayı koşunun sonuna kadar gördüm, benden biraz önce bitirdi, yol boyu her şeye küfretti. Ama finişten sonra son derece medeni bir adam oldu, geldi beni tebrik falan etti, ağzından da f harfi bile çıkmadı. Maça gidip deli gibi küfredenler gibi herhalde, değişik bir psikoloji, çayır çimen yol boyu atış menzilinde ne varsa fakink olmayan kalmadı...
    Son metreler

    Veee meşhur "Doğunun Cehennemi"ne geldik. Son 6km nin dik ve uzun 3km si. Dailymile dan arkadaşlarım burası için uyarmışlardı. Tepe antrenmanı yap demişlerdi de dinlememiştim. Bu ne ya? Böyle parkur mu olur? Ne gerek var? Yap şunu düz, efendi gibi koşalım. Feci bir tırmanış. Ucu bucağı gözükmüyor. Hayır önde koşarak çıkan hastalar da var da işim olmaz. Ben bunu koşarak çıksam tepeye varmadan bitmiş olurum, sürünerek biter son 3km. Eh nasılsa bir zaman hedefi de yok, ben bunu yürürüm arkadaş dedim. Ama yürü yürü bitmiyor. Millet tepede karınca gibi gözüküyor. Tam tepeye ambulans da çekmişler, bir bildikleri ve demek ki... Yarısına geldiğimde fark ettim ki yürümek de kolay değil. Hiç yürüme antrenmanı yapmamışım, bacaklarımın o adeleleri hiç çalışmamış, şimdi 60km sonra bir de yokuş yukarı zorlayınca bacaklar ağlamaya başladı. Valla koşmaktan değil de yokuş yukarı yürümekten canım acımaya başladı. Ulan dedim koş bari, en azından bildiğin konu. İte kaka koşmaya başladım ve daha rahat yol aldığımı fark ettim. Demek naapılacamış? Bundan sonra yokuş antrenmanı da yapılacakmış... Tepeye ulaşınca saate bir baktım ki şunun şurasında 3km cik kalmış. Hadi dedim koşarak bitir artık. Saatin programı zaten sapıtmış, koş yürü derken bip bip ediyor, yürü dinlen uyarısı veriyor ama takan kim, koş ulan Ilgaz az kaldı. Hakikaten ufukta otel belirdi, yol da düz. Keyifli bir yorgunluk içerisinde otomatik viteste koşmaya başladım. Finiş hiç de şaşalı değildi, yolun ortasına çip okuma halılarını sermişler, sağda solda seyirciler o kadar. Aha Meltem de gelmiş fotoğrafımı çekiyor. Kamerayı da görünce güle oynaya finişi geçtim. Son saatlerde beraber koştuğum herifleri bulup tebrik ettim. Madalyamı ve t-shirt ümü alıp en yakın sandalyeye çöktüm.
    Madalya her anlamda ağır gelmiş olacak ki öne katlanmışım

    Tahminimden kolay geçti. Bacaklarım ve dizlerim beni şaşırttı,hiç arıza çıkartmadılar. Düşününce 7 saate yakın yollarda geçti, bunun hiç yoksa 6 saati koşudur. Böyle düşününce bana bile zor geliyor ama sevgili Grellan'ın dediğine geldik, bir hafta kala çok önemli bir laf yazmıştı; "zihnin buna hazır olduğu zaman vücudun da itaat edecektir" demişti, haklıymış... Tam dövme yaptırılacak laf. Söyleyen pek filozof kılıklı çıkmadı ama naapalım...
    Dailymile'dan sanal arkadaşım Brian gerçeğe dönüşünce

    Akşam gene otelde yerel yemekler ve bolcana yerel bira ile geçti. Sabah taksiyle Galway oradan da 2,5 saat trenle Dublin. Yarım gün şehir turu, geyik turistik alışveriş ve akşama daha bolcana yerel bira... Arada maraton koşan Dailymile'cı arkadaşım Brian ile öğlen buluşması, kısa bir kahve sohbeti. Ertesi gün de uçak ve eve dönüş.
    Şimdi durup bakıyorum da, hiç pişman değilim. Yorgun bitkin de değilim. Demek ki zamanı gelmiş bu işin. Şimdi kaldığımız yerden devam.
    İşte ilk ultra maceramız da böylece sona erdi. Biz erdik muradımızaaa, siz çıkın kerevetineeee...

  • 2010 - Berlin Maratonu
    November 28, 2011
    2010 senesinde Berlin Maratonu'nu koştum. Hazırlığıyla, seyahatiyle, kazandırdığı dostlarıyla, koşusuyla çok güzel bir deneyim olmuştu Berlin benim için. Bu yazının devamı olarak okuyacaklarınızı yarıştan hemen sonra yazmıştım.


    Hazırlık
    Aylar öncesinden koşu arkadaşım SelimCan’la hayaller kurmaya başlamıştık, artık yurt dışında bir maraton koşsak diye. Yarış tecrübemiz olmasa da yurt dışı seyahat tecrübelerimize dayanarak böyle bir organizasyonun nasıl olabileceğini az çok tahmin edebiliyorduk. Yeterli antrenman zamanını ayırıp yıllık koşu takvimine baktık, o dönemlere denk gelen Avrupa koşularını inceledik. Bu iş organizasyon tarafı kuvvetli olması gereken bir iş olduğu için de Almanları seçtik. Önce Köln veya Frankfurt Maratonlarını düşünürken, ikimizin de henüz görmemiş olduğu bir şehir olan Berlin’e gözümüz takıldı. Tarih de güzel gözüküyordu, 16 haftalık programı uygulayacak fırsat da vardı, “hadi gidelim bari” dedik. O kadar önceden karar verip girişimde bulunmanın bir sürü faydası var, en basitinden kontenjan dolmadan yarışa kayıt olduk, otelde yer ayarladık, hatta kredi kartı millerimizle avantajlı ve konforlu uçak biletlerimizi bile aldık. Her şey hazırdı, sadece antrenman yapmak kalmıştı…
    Sonra öğrendik ki Berlin en güzel parkurlardan biriymiş. İniş çıkış yok, dümdüz şehir. Bir güzel tesadüf de henüz o zamanlar tanışmadığımız ama sonradan samimi olacağımız üç arkadaşımız Mark, Ayşin ve Mert de Berlin’e kaydolmuş. Mark’la tanışıklığımız herhalde 3-4 yaşlarımıza denk gelir, ama anca yıllar sonra birbirimizi Riva Koşusu’nda bulup şaşırmıştık…
    SelimCan’la hadi bu hafta başlayalım yok gelecek hafta derken bir de takvime baktık ki, bizim 16 haftalık süre çoktan başlamış. Dehşet içinde kitabımızı karıştırırken bir de 12 haftalık program olduğunu fark ettik, biraz içimiz rahatladı. İkimizin işleri, evleri, aile düzenleri farklı olduğu için hafta arası koşuları kendi imkânlarımızla, hafta sonu koşularını da Belgrad Ormanı’nda berber koşmaya başladık.
    Bu programa başlarken göbeğimden kurtulmaya karar verdim, en azından koşu süremi kısaltmak için faydalı olacaktı. Ancak yoğun spor ve doğru beslenmeyi kendi bilgilerimle bir arada götüremedim, tavsiye üzerine, aynı zamanda bir sporcu beslenme uzmanı da olan diyetisyenime gitmeye başladım. Yapılan ölçümlerde kan değerlerim üst sınırlarda, kilom da fazla çıktı. Bu yüklerle o kadar mesafe koşmanın pek de bir anlamı yoktu, derhal hedef koyarak rejime başladım. Rejim işi bir bakıma benim için motivasyon oldu, gün boyu kafamda koşu fikri ile dolaşmamı sağladı. Ve düzenli kilo verdikçe bunun koşu performansıma nasıl etki ettiğini de net olarak görmeye başladım.
    Maraton için izlediğimiz program haftada 4-5 gün koşu veren, hatta en tepe yaptığı noktalarda hafta arası neredeyse en kısası 1 saat olan koşular içeren yapıdaydı. Hafta sonları da 3-3,5 saate kadar koşmak gerekiyordu. Bu tempoyu sosyal hayat ve aile düzeni ile korumak, bir taraftan da işimi aksatmamaya çalışmak düşüncesi başta beni endişelendirdi. Sonra çözümü erken kalkıp sabahları koşmakta buldum. Bu sayede uykudan fedakârlık ederek diğer tüm detaylara sahip çıkabiliyordum. Programa toplamda 4-5 koşu kaçırarak uydum. Bence en önemlileri olan 32 km koşularını eksiksiz yapabildim, hatta arada 26 olması gereken bir koşuyu 32 km olarak bile koştum.
    Belli bir seviyenin üzerinde ve hedefe yönelik antrenman yapıyorsanız, sadece yola çıkıp ha babam koşmak yetmiyor. Güçlenme ve hızlanma için koşunun ortasında hız ve temponuzu değiştirmeniz, hatta bazen hızınızla koşu boyu oynamanız gerekiyor. Mesafeyi önceden belirleyerek dönüş noktasını bilmek ve oraya kadar koşup gelmek mümkün, hatta saat de tutarsanız ne mesafeyi ne zamanda koştuğunuz ortaya çıkıyor. Ama iş belli bir mesafeyi belli bir tempoda koşarken araya bilmem kaç tane bilmem ne kadar uzunlukta daha hızlı bölümler eklemeye gelince ölçüm ve kontrol işi sapıtıyor. En kolay çözüm kola takılan koşu bilgisayarı/saati kullanmak. Bu aşamaya gelince de markalar, modeller, fiyatlar kafa karıştırmaya başlıyor. Ya çok okuyup inceleyip takip ederek bir karar vereceksiniz, ya da bu konuları yutmuş, her türlü detaya hakim akıllı bir arkadaşınız olacak. İşte o noktada sahneye Mark çıktı, marka model seçiminden ucuza yurtdışından getirme yöntemine kadar ön ayak oldu, kısa sürede cihazıma kavuştum. Artık koşularımı daha bilinçli ve olması gerektiği gibi yapar olmaya başladım, ya da başka bir deyişle yaptığımı zannettiğim şeylerin aslında eksik, yanlış veya farklı olduğunu görmeye başladım. Bu küçücük kol saatinin bana çok büyük bir katkısı daha oldu. Mark dedi ki, “bu saatle yaptığın antrenmanları internette bir sayfaya yükleyebilirsin, orada bizler gibi spora meraklı her tür insan var, sosyal ağ olarak da faydalı, çok motive edici”. Başta sosyallik tarafı çok bir şey ifade etmese de en azından yaptığım antrenmanları takip edebilme adına kayıt olayım bari dedim. Kayıt olup da değerleri girmeye başlar başlamaz hoop 4-5 tane arkadaş türedi. Facebook tarzı olaylara oldum olası sinir olurum ve mesafeli davranırım, bu da başta biraz öyle geldi. Sonra baktım insanlar samimi, destek oluyorlar, bilgi paylaşıyorlar, en önemlisi koşuyorlar ve koşuyu seviyorlar. Futboldan başka spor bilinmeyen memleketimizde ne büyük bir lüks aslında koşu sporuna gönül vermiş insanları bulabilmek. Derken bu Dailymile ortamına kendimi kaptırıverdim. Bilgisayar başında arkadaşlarımın antrenmanlarını okuyup yorumlar yazarak geçirdiğim saatler sebebi ile ev halkının tepkileri artar oldu. Hiç ölçüm yoktur, bir şeye sardırdım mı fena sardırırım. Bu da öyle oldu, haftalarım bilgisayar karşısında koşu muhabbeti yaparak geçti. Sonra biraz alışma biraz da kendimi frenleme ile işin dozunu azalttım. Ama şaka maka bir sürü yüzünü görmediğim, sesini duymadığım sporcu arkadaşım oldu. Burası enteresan bir ortam, şehirler, branşlar, hedefler, beklentiler, diller, dinler farklı. Ortak tek nokta herkesin spor aşkı ve birbirini bulmuş olmanın verdiği sevinç. Derken bir de baktım ki bu arkadaş ortamı beni takip ediyor, canım sıkılınca moral veriyor, güzel iş yapınca takdir ediyor, soru soruyor, soru sorunca hemen cevap veriyor ve tüm bilgisini paylaşıyor… Bu sayede sorumluluk hissettiğim bir spor çevrem oluşmuş oldu. Uzun mesafe koşusunun en zor tarafı zaten bence motivasyon, sabah hava karanlıkken yataktan kalkıp, sokağa çıkıp 2-3 saat tek başına koşmak, bunu günler haftalar boyu sürdürebilmek çok zor. Kendi başına olunca kolay cayabiliyorsun, beyin tuhaf bir organ, anında olayı satmak için bir sürü bahane bulup vücudu razı edebiliyor, koşuyu yarıda bıraktırıp hatta bazen başlamadan bile bitirtebiliyor. Ama işte seni takip eden bir grup olursa o kadar kolay değil. Düştün mü elinden tutan birileri var, sırtını sıvazlayan birileri. Basit gibi gözükse de çok önemli bir detay. Berlin’den bu kadar mutlu dönmüşsem sebebi iyi antrenmandır, bu sebebin sebebi de işte bu gurubun desteğidir.
    Berlin’e bir hafta kala Riva Yarı Maratonu güzel bir prova oldu, hem Dailymile’dan arkadaşlarla tanıştım, hem de güzel tempolu bir koşu çıkardım. Dedim ki kendi kendime, bu tempoyu tutturuyorsam Berlin’de daha rahatını yapabileceğim, bu iş tamam.
    İşte kilo verme, detaylı antrenman, planlı beslenme, sanal ortam arkadaş desteği derken 12 hafta bitti, yarış günü yaklaştı. Heyecan yok diye atıp tutarken kendimi yatakta kalbim küt küt atarken ve yarış hayalleri kurarken buluverdim. Acaba ortam nasıl olacak, hava nasıl olacak, süre nasıl olacak, duvara çarpacak mıyım, yürümem gerekecek mi?

    Yolculuk ve Yarış Öncesi
    Tegel Havaalanı Önünde
    SelimCan’la buluşup havaalanına vardık, her şey yolunda gitti, yarıştan bir gün önce planladığımız saatte Berlin’deydik. Hava alanından otobüse binerken şoföre gideceğimiz durağın yaklaşık mesafesini sordum. Herif “sekiz dakika” diye cevap verdi, tam arkamı dönüp gidecekken seslenip özür dileyerek “dokuz dakika” diye düzelt. Evet, işte Almanya ve Almanların dünyasına hoş geldiniz… Otobüsün ardından metro ile göğüs numarası ve çip dağıtılan fuar alanına gittik. Fuar ki ne fuar. Yer gök koşu dünyası. Çadırlar, mağazalar, ayakkabılar, çoraplar, taytlar, şortlar, enerji jelleri ve binlerce insan. Her milletten, her yaştan insan. Hepsi koşmaya gelmiş, herkes ayrı telden çalıyor. İtiş kakış sıramızı bulduk, SelimCan 15 dakika, ben 45 dakika bekleyerek numaralarımızı aldık. Çip işini de hallettik, biraz standları gezdikten sonra kalabalıktan bunalıp otele doğru yola çıktık.
    Devasa Maraton Fuarı
    Başak, Mert, SelimCan, Tanya ve Mark
    Otel güzel ve ferah çıktı, eşyaları odaya kendimizi sokağa attık. SelimCan’ın en sevdiğim tarafı bira seven bir adam olması. Hemen başladık biracı aramaya, çok bir şey bulamayınca çevredeki en eli yüzü düzgün İtalyan lokantasına girdik, ben 4 aylık spor orucumu açarak yüzümü pizzaya kafamı da biraya soktum hemen. Oradan ver elini spor mağazaları. Derken fark ettik ki artık spor malzemesi görmek istemiyoruz, hadi dedik bir yerde oturalım, Mert’le Başak’ın gelmelerini bekleyelim. O sırada telefon geldi, Mert pistte olduğu kadar gündelik hayatta da hızlı ve dakik bir adam, zavallı karısını da peşinden sürüklüyor bu tempoda, pat diye geldiler buluşma noktamıza. Hemen karşı kaldırımdaki bira evine yatay geçiş yaparak muhabbete daldık. Biraz sonra Mark, karısı Tanya ve canavar oğulları Luka geldiler. Luka’nın canavarlığını ertesi gün anladık, ilk gün pusette son derece sakin bir şekilde uyudu. Canavar dediysem de olumlu anlamda, sessiz duran ama ters bir durum olursa sinirlenip bağıran, hatta daha da kızarsa önündekini sana veya kaldırıp yere atan bir adam. Yanlış bir şey yok yani, kendinden emin ve güçlü karakter sahibi herif Luka. Neyse karakter analizi ikinci günden kalma, dediğim gibi ilk gün uyuyan sakin bir bebekten ibaretti kendisi. Bira evinde şaka yapmıyorum herhalde 2-3 saat sadece koşu konuşuldu. Arada Tanya ile Başak’a bakıyorum ne zaman bileklerini kesecekler diye ama hiç de öyle değil, belli ki sevdikleri adamın sevdiği şeye saygı gösteriyorlar, lafa katılıyorlar, arada kocalarıyla dalga geçiyorlar. “Her başarılı erkeğin arkasındaki bir kadın” durumu. Bizde de var bir tane ama evde. Berlin’e gelemedi. Hatta evde de değil Antalya’da o esnada iş için. Mert’le Mark akıllı tabi, zaman hedefleri falan var ertesi gün için, birer bira içip dur dediler. Benim tuzum kuru, 4 aydır bira görmemişim, önüme koydular bira bardağını, bomba diye karakola götürmediğime şükretsinler… Bir de birayı yavaş içememe gibi bir problemim var, baktım bizimkiler tıngır mıngır içiyor, Almanca bilmenin de verdiği güvenle “getir kızım sen ordan bana büyük boy bir bira” dedim. Garson kız elinde bir vazo, vazonun da içi bira dolu olarak geldi. Dört aylık biramı içtim, en önemlisi gözüm doydu. Derken uykular geldi, erken yatalım diyerek ayrıldık. Yarış sonrası telefonlaşıp buluşuruz dedik. Ayşin de bizim internet ortamından bir arkadaş ve koşu için Berlin’de ama abla ve abisini bulmuş, haklı olarak aile saadetine girmiş, canlı yayına telefon bağlantısı ile katıldı. Sonra hepimiz otellerimize dağıldık.

    Yarış Sabahı
    Yarış Sabahı Otel Odası
    SelimCan’la başucumuza koyduğumuz 1,5ltlik sularımız içmiş, bol bol tuvalete kalkmış olarak uyandık, günlük kıyafetlerimizi giyip erkenden kahvaltıya indik. Daha asansörden ortalık taytlı koşu ayakkabılı adam kaynamaya başladı. Kahvaltı salonu da aynı şekilde. Hatta bizimle masalarını paylaşan Alman çiftin koşmadığını zannederek, aman iyi bak aklı başında birileri de var dedim ama meğer teyze koşacakmış, amca seyirciymiş. Teyze dedi ki; bunların hepsi kaçık, birazdan gidecekler, aklı başında misafirler kahvaltıya inecek o zaman. Alman peynirleri ve jambonları ile fazla kendimizi kaybetmemeye çalışarak kahvaltımız yaptık, odaya çıkıp giyindik. Son derece sportif gözüküyorduk artık, hemen fotoğraf çektik odada. Sonra kesilerek kol ve yaka delikleri açılmış çöp torbasından yapılma yağmurluklarımızı kafamıza geçirip yola koyulduk. Hep yabancılarda görürdüm bu âdeti, sonra en son Avrasya’da da uyguladık, kolay bir çözüm, torba hem ısıtıyor, hem koşu öncesi yağmurdan koruyor, hem hafif, hem de ucuz, koşmaya başlamadan hemen önce çıkartıp atıyorsun çöpe. Start alanına kadar herhalde 25 dakika yürümemiz gerekti. Start alanı diye bir şey yok zaten, “start bulvarı” var. 17.Juni Caddesi herhalde 2 km uzunluğunda 6 şerit bir yol, tamamen bu işe ayrılmış. Ortalık insan seli, koşucular 40.000 kişi, 2-3 katı da seyirci var. Çalılara işeyen işeyene. Elimizdeki kişisel eşya torbalarını teslim edecek çadırları ararken başlama zamanı geldi bile. Ön grup koşmaya başladığında biz hala torba teslim edecek çadır arıyorduk. Neyse torbalardan kurtulup kendi alanımıza geldik, çizgiyi geçmemiz resmi start saatinden 20 dakika geç oldu. Allahtan ayakkabıdaki çip bu işe yarıyor, start çizgisini geçtiğin anda kişisel süren işlemeye başlıyor.

    Yarışın İlk 10 kmsi
    Start Öncesi
    Yağmur altında koşmaya başladık. Koşmak dediysem tempo 6 dk/km. Hedefimiz olan 4 saat için bizim en az 5:40 koşmamız lazım ama mümkün değil. Herkes koşuyor ama tempo yavaş, pardon pardon diyerek aradan geçmek mümkün değil. Her yer seyirci kaynıyor, sağlı sollu insanlar yollara yığılmış, tam bir karnaval havası. Derken yol biraz ferahladı, aralarda boşluklar oluşmaya başladı, biraz daha kontrollü ve rahat koşar olduk. O kadar kalabalığın güzel bir tarafı da soğuğu az hissetmek. Derken ısındık, bacaklar açılmaya başladı, etrafı seyrederek koşarken o da ne “Ciğerimin köşesi, kız bu neyin cakası” aaa Tarkan… Yani kendisi değil de teypten bangır bangır “Oynama şıkıdım şıkıdım” nağmeleri geliyor. Her adım başında müzik çalan gruplar var, bazıları da teypten yayın yapıyor. Tarkan’ı geçtik sağda solda pideci kebapçı tabelaları başladı. Türk mahallesi herhalde derken bir de baktım Ziraat Bankası. Sucuk kokusu da eklenince ortama, tamam dedik evdeyiz… 7.km de Türk kültürü ile vedalaştık. Derken sağda solda çadır tenteler altında canlı müzik yapan gruplar başladı. Neredeyse her 2km de bir canlı müzik. Tek başına saksafon çalan da var, Afrika davulları grubu da var, 4-5 kişilik rock grupları da var. Hatta bir ara 25 kişilik üflemelilerden oluşan bir caz orkestrası gördük. Derken Japon davulları geldi (onlar sabitti de biz önlerinden geçtik) sonra samba yapanlar, Latin müziği çalanlar… Yollara sığmayanlar tepelere tırmanmış, evlerin balkonlarından camlarında aileler sarkıyor, kafelerin kapılarına aşçılar ve garsonlar çıkmış kepçelerle tavalara vurarak ritim tutuyorlar. Rüya gibi. O yağmura rağmen aileler gelmiş, herkesin ellerinde pankartlar, bayraklar. En güzeli de insanlar genele hitap eden pankartlar taşıyorlar, Almanca şöyle şeyler yazmışlar : “hepiniz birincisiniz” “aynen devam ha gayret”, “herkes kazanır”, “çok iyi gidiyor”. Yani halk olayı destekliyor, koşanlara saygı ve sevgi sonsuz. Bunlarla oyalanırken bir de baktım 10.km bitmiş bile. O aralarda SelimCan’la ayrıldık, kendi tempolarımızda koşmaya başladık.

    10-20km Arası
    SelimCan'ın afilli fotoğrafı
    Her yanım koşucularla dolu bir şekilde koşuyordum. 5km de bir enerji jeli içmeye dikkat ettim, elimde taşıdığım mataranın faydası büyük oldu. 42km boyunca elde yarım kilo su taşımak yorucu olabiliyor, ama tam doldurmadan taşımak da suyun her an el altında bulunması adına son derece faydalı bir iş. Ben de istasyonlarda durup suyla boğuşmadan, verdikleri suyu bardaktan mataraya doldurarak devam ettim. Su istasyonları zaten kabus gibi, herkes durup su içiyor, yerler halı gibi plastik bardaklarla kaplı, birine çarpmamak, suya ulaşmak, yerdeki bardaklara basıp kaymamak için ayrıca çaba sarf etmek gerekiyor. Matara bu anlamda çözüm oldu, çok bulaşmadan yoluma devam edebildim. Hatta durmadan koşmak gibi bir hayalim olduğu için su bardaklarını bile koşarken alıp devam ettim. İkinci 10km parkuru rahat geçti, bacaklar ısındı, çevreyi seyredip keyif alır oldum, yağmuru unuttum. Gözlerim babamları arar oldu, o kadar kalabalık ki, acaba görmeden geçme ihtimalim var mı diye düşünmeye başladım. Bir taraftan da kendimi gözlemliyorum, bacaklar iyi durumda, nefes ve nabız da iyi. Aynen devam diyorum kendi kendime, yarı maraton noktasına kadar bu tempoda devam. Bir hafta önce rahat bir yarı maraton koşmuşum zaten, arada dinlenme de oldu, rahat rahat gelirim yarı noktaya. Acaba diyorum yarıda küçük bir mola vermek gerekir mi? Duruma göre bakarız diyerek yola devam ettim. Hedef yarıyı da geçip 32.km ye perişan olmadan ulaşmak. Orada da duruma bakar son 10kmyi kalan gücüme göre koşarım dedim. Yani ikinci 10kmlik parkuru dert etmedim, hedef tempoya yakın bir şekilde bitirdim.

    20-30km Arası
    Evet, yarı maraton mesafesine geldik işte. 5km de bir jel işi midemi rahatsız etmeye başladı, tamam güçten düşmüyorsun da hep aynı kimyasal tat biraz sonra sıkmaya ve mideyi rahatsız etmeye başlıyor. 25. km de almam gereken 5. Paketi 27. km ye kaydırdım kafamda, hem böylece 32km ye geldiğimde gene 5 kmlik aralığa dönmüş olacağım. Etrafta durup işeyenler çoğaldı. Hem havanın soğukluğu, hem de sıvı tüketimi işeyen sayısını arttırıyor. Zavallı kızlar aradaki mobil tuvalet kulübeleri önünde sıra oluşturmuş, erkekler ise araziye karşı yaylım ateşi açmış durumda. Herhalde bakmaktan, benim de çişim gelmeye başladı. Ama feci motiveyim, hiç durasım yok. Hatta diyorum ki, acaba bu tempoda devam edersem, bitişe gelirken dayanamazsam, koşarken işesem ne olur, fark edilir mi? Hani kolejlere giriş sınavlarından önce anlatırlardı ya, efendim sınavda saniyeler önemliymiş de, çişe gidersek kaybedeceğimiz her saniye bilmem kaç soru demekmiş de… Bu da öyle işte? Bir dursan yanından yüzlerce kişi geçecek. Kolumdaki saate bakıyorum, 32 ye ne kadar kaldı diye hesap yapıyorum. Ekranda sadece geride kalan mesafe ve tempo var, diğer verileri kapattım, nabız ve saate bakmıyorum heyecanlanmayayım diye. Planım 32km de saate bakmak, durumumu gözden geçirip son 10 kmyi buna göre koşmak. Ama mola düşüncesi hep kafamda, mola vermek istemiyorum ama bir taraftan da kendimi gözlemleme halindeyim sürekli, mecbur kalmadan yürümek veya yavaşlamak iyi bir çözüm olacak. Diyorum ki 32km de bir çiş molası verip nabız düşürüp sonra gazlarım. Derken 32km ye yaklaştık, arada etrafı seyretmekten tuvalet işini unutmuşum bile.

    32.km ve Sonrası
    Bu 32 aslında bizlerin yarattığı bir nokta. Son 10km kalması durumu. Bir de antrenmanlarda çoğumuzun koştuğu en uzun mesafe 32km. Yani 33.km ye ayak basmış olanımız az, anca daha önceki maratonlardan tecrübemiz var, bir de kaçık arkadaşımız Mert sanırım 34 veya 36kmler koşmuştu programını zorlayarak. Neyse Allahtan son antrenmanlarda 32kmyi mutlu ve güçlü bir şekilde bitirmiştim. O açıdan kafam Berlin’de de rahattı, dedim ki kendi kendime “Bu 32 zaten bildiğimiz bir nokta, hedef orası olsun, sonrasına bakarız” ama bir yandan da sürekli kafamda “oldu bu iş, güçlenmişim, canavar gibi biter bu Berlin” diyen bir ses. Bir de bu noktaya kadar etraftaki herkesi geçerek gelmişim, aralardan zikzaklar çizerek geçiyorum, sürekli bir insan solama durumu. Bu da motive edici bir şey, insanı ileri sürüklüyor, hızlı koşuyormuş hissi uyandırıyor. Hatta 30km sonrası yavaşlayanlar, duranlar, bacak esnetenler, acı çekenler çoğalıyor, bu da moral veriyor insana, “bir zamanlar ben de o noktadaydım” diyorum içimden. Ama artık mesafeler uzun gelmeye başlıyor, zaman daha zor geçiyor. Tamam, duracak gibi değilim ama her saate bakışta, kafamdaki biten mesafe tahmin geri kalmaya başlıyor, o kadar koşuyorum sonra bir de bakıyorum ki aa sadece 500m gitmişim. “Az gittik, uz gittik, arpa boyu düz gittik” durumu… Neyse 32km sonrası uygun bir yerde sağa çekip çiş molamı veriyorum. Oh, rahatlama hissi. Nabız da düştü ama o da ne, yanımdan yüzlerce kişi geçti o bir dakika içinde. Hemen yola koyulup gene bir sürü insan geçiyorum, artık saate de bakabiliriz 10km kaldığına göre. Eyvah saat 3:11 gösteriyor, yani yaklaşık 50 dakikada 10km koşmam lazım. Tamam, olur, yapmadığım iş değil daha önce, hem 10km de son derece sevimli bir mesafe, fırt diye biter. Hemen tempoyu arttırıyorum, 5:40 yerine 5:20 hatta bazen 5:00lerde koşmaya başlıyorum. İki kilometre gidiyorum ki o da ne duvar mı gözüktü ufukta ne? Artık vücudumu tanıdığım için ilk ufak baş dönmesi ve göz kararması belirtisinde frene basıyorum. Durmuyorum ama tempoyu alıştığım hıza düşürüp, hatta biraz daha yavaşlayarak bir nevi “boşa alıyorum”. Maksat kendime gelmek, maratonu sağ salim bitirmek. Diyorum ki toplamda 4:00’ün altına düşmek şu anda mümkün değil. Kalan mesafeyi yüksek tempoda zorlayacak durumda değilim. Sonradan düşününce “belki o noktaya kadar ufak ufak zorlasaymışım daha çok zamanım kalırmış son 10km ye…” diyeceğim ama o hesap ta çok doğru değil, biliyorum ki baştan zorlarsam bu sefer aynı noktaya evet daha erken ama daha yorgun gelme ihtimalim de var. İnce bir çizgi var işte o iki durum arasında. Neyse sağlık olsun diyerek yola devam ediyorum, orta noktalarda artık bacaklarımın arkaları kendilerini hissettirmeye başlıyor. Ama dizlerim hiç arıza çıkartmadı, bu bile çok güzel haber. Babamlara bakıyorum hala yoklar ortada.

    40.km ve Bitiş
    Bitiş çizgisi (Net süre 4:13, bu kadar gecikmişiz)
    Artık pankartlar çoğalıyor, “hadi bitti geçmiş olsun”, “ha gayret son kmler” gibisinden yazılar çıkıyor karşımıza. Nerde bitti, daha 2km var, dile kolay… Hatta kol saatim şaşmış, saate göre koşuyorum ama yol tabelaları biraz arkadan geliyor. Neyse fark az, 400m civarı. Koşulur artık o kadarı da. Son 2km olmasının gazı ile tempoyu arttırıyorum, bakıyorum keyfim yerinde, bari diyorum tempolu geçeyim finişi. Son düzlüğe geliyoruz, kocaman bir meydandan geçiyoruz, tam o sırada soldan adımı duyuyorum. Aha babamlar gelmiş işte. Allahım 41.km de durmuş beni bekliyorlar, ellerinde fotoğraf makinesi, “dur bir resim çekelim” diyorlar. 41km ve durup resim çektirmek! Şaka gibi. Aile içi samimiyetimize dayanarak elimle terbiyesiz bir hareket yaparak koşarken poz veriyorum. Hareketin Türkçesini yaptım nasıl olsa, Almanlar anlamaz, sorun yok. İlerde beyaz büyük kapı, yerde de kırmızı elektronik ölçüm halısı, hah diyorum finişe geldik… Tam saatimi durduracağım, bir de bakıyorum ki bitiş işin biraz cılız bir ortam. O da ne taa ilerde tabela var, Almanca hedef yazıyor. Hah daha bitmemiş, hadi bir gaz oraya kadar da koşuyorum, finişi gülümseyerek ve gururla geçiyorum. Saatim 4:13 gösteriyor. Kendi adıma nefis bir değer. İlerde trafik sıkışıyor, yarışı bitiren yüzlerce kişi daracık bir yerden geçerek madalyalarını alıyor. Kalabalıktan göğe duman çıkıyor resmen. Ter bulutu. Madalyamı alıp devam ediyorum, hava meğer ne kadar soğukmuş. Durunca donmaya başlıyorum. Adidas markalı naylon örtüler dağıtıyorlar, hemen sarılıyorum bir tanesine biraz ısıtıyor. Eşya torbamın peşine çadırlara gidiyorum. Numaram yazan çadıra gelince, pat diye getirip veriyorlar torbamı. Hemen kuru tişört ve çorap giyiyorum, yanımda getirdiğim sevgili muzumu yiyorum. Fazla doğal Alman amcalar etrafta soyunuyorlar, donlarına kadar çıkartıyorlar, allahım bu ulusal doğallıkları nereye kadar? Sünnetsiz herifler ormanı. Neyse etrafa çok takılmadan, yerde de fazla oturup mayışmadan devam ediyorum. Yönüm şaşmış, otele gitmek için adres soruyorum, “aaa çok uzak yürünmez metroya bin” diyorlar. Hani yürüyerek gelmiştik? Neyse düşünecek halim yok, metro fikri de sıcak geliyor, zaten hava buz, tişört üzerinde naylon torbadan başka bir şeyim yok, en yakın istasyona yürümeye başlıyorum. Etraf benim gibi torbaya sarılmış madalyalı adam kaynıyor. Hep beraber metroya gidiyoruz. Ama o halde herhalde 2-3km yol yürüyorum. Yorgunum ama bir bakıma da iyi bir şey yürümek. Derken istasyon, oradan aktarma derken otele varıyorum. SelimCan odaya gelmiş, duş almış, giyinmiş bile. Derecesini öğreniyorum, 4:27 süper. Aramızda çok fark yok, ama benden önce gelmiş otele. Ben küçük bir tur yapmışım metro falan derken. Toparlanıp çıkıyoruz otelden, Mertler ve Marklarla buluşuyoruz. Bu sefer herkes daha fazla bira içiyor, nefis. Herkes mutlu, herkes beklediğinden iyi koşmuş, herkes ortama hayran. Zaman güzel geçiyor, kalkıp vedalaşıyoruz, en erken dönen biziz memlekete, taksiye binip havaalanına geliyoruz. Bu arada şoför de Türk çıkıyor, yolda türkü dinleye dinleye geliyoruz. Bir gece kaldık Berlin’de, hava alanındaki polis, otel resepsiyonundaki görevli ve taksi şoförü Türk çıktı. 24 saatte 3 Türk. Her 8 saatte bir Türk’e rastlanan bir şehirdeyiz…

    Anrenman ve Genel Durum Değerlendirmesi
    Evet, Avrupa’da bir maraton koşmak şartmış. Şartlar uygunsa bu işle uğraşan herkes yapmalı mutlaka. Bizdeki işlerden çok farklı. Yol boyu seyirci demek, kendinizle uğraşacak, ağrınızı sızınızı fark edecek zamanınız kalmaması demek. Bizim Avrasya’da yarıdan sonra her anlamda kendi başınıza kalıyorsunuz. Zaten az adam var koşan, ara mesafeler de açılmaya başlayınca 200m önünüzde bir adam, 200m arkanızda bir adam kalıyor koşarken. Trafik kapatılınca yollar da bomboş, kenarda durup seyredenlerin de çoğu destekten çok meraktan gelmiş ve yaptığınız işten ötürü size akılsız muamelesi yapan, hatta bazen yanındaki diğer hödüklerden cesaret bulup bunu size bağırarak söyleyen kafasızlar oluyor. Son derece depresif bir halde koşuyorsunuz. Yollar boş, yalnızsınız, alay eden tek tük seyirciler var, zaten yorulmuşsunuz, kendinizi ve yaptığınız işi sorgulamaya başlıyorsunuz. Hâlbuki Berlin işte bunun tam tersi. Sürekli bir tezahürat, destek durumu var. Sporun nasıl uluslararası bir dil olduğunu hissettiriyor insana. Müzik sizi ileri taşıyor. Büyük bir topluluğun parçası olduğunuzu görmek ve hissetmek çok büyük bir kendine güven duygusu uyandırıyor insanda. Bazen düşünüyorum acaba yanlış ülkede miyiz diye, ama sanırım böyle bir şey yok, yani bu ülkede olmamız aslında doğru olanı, galiba seçimlerimiz yanlış. Aklıma hep Jamaika’dan kalkıp gelen, bob slate kızak sporu ile uğraşan adamları anlatan komedi filmi geliyor. Onun gibi bir şey bu bizim için, sokakta koşarsan uzaylı muamelesi görüyorsun. Yakın çevrenin bile koşmanı kabullenmesi zaman alıyor. Malzeme desen alabileceğin üç beş marka var. Karşıdan koşarak geldiğini görenler kenara bile çekilmiyor, inat edersen çarpışıyorsun. Tayt giyen erkek “vatan haini”. Atletle koşan kadın “o yolun yolcusu”. Adını duyuran “Türk” atletler hepimizden siyah. Hani zeki, çevik ve ahlaklı kesim? Yerel koşular bunamaya yakın asabi “master” amcalarla dolu. İşte bu ortamdan kalkıp Berlin gibi bir ortama girince zaten maratonun yarısını kültür şoku ile koşuyorsun, ikinci yarı da bu düşüncelerle geçiyor. Hem iyi hem kötü. Ama kesinlikle yaşanması gereken bir tecrübe.
    Antrenmana gelince; programımı Dailymile’daki diğer arkadaşlarımın programları ile kıyaslayınca hep endişe ediyordum. Hepimiz aynı amaç için uğraştık ama çok farklı antrenman yaptık. Tamam hız ve uzun mesafe mantığı hepsinde aynı ama ben hafta arası hep uzun uzun mesafeler koşarken diğer arkadaşlarım daha kısa ve daha spesifik antrenmanlar yaptılar. Açıkçası Berlin’deki durumuma şaşırdım, zaman belki hayalini kurduğum gibi olmadı ama kazandığım güce ve bununla gelen morale inanamadım. Tabi işte tecrübe denen şey şu, daha fazla maraton koşmuş olsam, kendimi 30kmlerden sonrasında daha iyi tartma şansım olacak. Ya da başka bir deyişle 30km ye gelene kadar “aman enerjim bitmesin” endişem olmayacak, daha verimli koşabileceğim ve daha iyi zamanlarda 30kmye varmış olacağım, evet gene 10km kalmış olacak ama o zaman o kalan 10kmyi daha rahat tempoda koşabileceğim. Bilinmeyen her zaman korkutucu oluyor. Ne durumda olacağımı bilemeden kendimi zorlayamıyorum. Tabi zorlamadan da ne seviyeye geldiğimi bilmiyorum. Kafamdaki seviye aslında olduğum seviye değil, geçen tecrübelerimden aklımda kalan seviye. Hep bir yorulma, tamamlayamama endişesi ve buna bağlı olarak gelişen yavaşlama ve savunma mekanizması. Neyse ama bunlar hep deneyim oldu, programa da haksızlık ettiğimi fark ettim, kendime de. Biraz daha kendine güven ilerisi için daha iyi olacak gibi. Bir başka endişem de gelecek seneye hedef olarak koyduğum 63kmlik ultramaraton kararımdan pişman olmaktı. Herhalde 30km sonrasında çok pişman olacağım, daha önce yaptığım gibi o noktalarda kendimi sorgulamaya başlayacağım diyordum. Hiç de öyle olmadı, bilakis kararımdan ve kendimden gurur duydum, bu işi yeterli antrenman ile gayet de güzel bir şekilde tamamlayabileceğimi gördüm. İnsan vücudu enteresan, benim gibi miskin bir adam bile bunları yapabiliyor. Ama beyin daha da enteresan. Onun antrenmanı vallahi daha zor.

  • Mountain Hardwear - Seta Koşu Tozluğu
    November 26, 2011

    Alt kayışı olmaması sebebi ile buürün daha ilk bakışta dikkatimi çekti. Mountain Hardwearmarkasının daha önce başka bir ürününü kullanmamıştım. Bu marka için dağcılıkla uğraşan kişilerden hep olumlu eleştiriler duymuşumdur. Okuduğum olumlu eleştiriler ve fiyatına bakarak amazon.com dan satın aldım.

    Koşu tozluğunun faydasını aslında kullanmadığınız zaman daha net anlıyorsunuz. Çalı çırpıya takılıp açılan veya açılmasa da iplikleri sökülmeye başlayan ayakkabı bağcıkları ilk fark ettiğim nokta oldu. Tozluk kullanınca  bağcıklar ile vakit kaybetmiyorsunuz. Toz toprak içinden koşarken de ayakkabı boynundan içeri  kaçıp ayağınızı rahatsız eden yabancı maddelerin önünü kesmiş oluyorsunuz. Bu tozluklar aynı zamanda kar ve yağmur suyu, çamur gibi dış etkenlerden de ayağınızı bir yere kadar koruyabiliyor. Kumaşın su geçirmezlik özelliği yok ama öte yandan suyu da kolay emmiyor, sıçrayan suyu veya yağmur suyunu kaydırıp üzerinden atıyor.

    Cırt bant ile arkadan sabitleme
    Alt bağcıklarının olmaması da şu bakımdan iyi, bu tip bağcıklar her ne kadar tabanın alt ortasındaki oyuklara otursa da ister istemez bir süre sonra zemin sürtünmesinden aşınarak kopabiliyor. Kaldı ki tüm ayakkabı modellerinin de tabanlarında bu tip bir oyuk olmayabiliyor.
    Seta tozluklarının kutusundan 2 çift cırt bant da çıkıyor. Bu bantları ayakkabınızın tabanının arka tarafına yapıştırırsanız, tozlukları da içine dikili cırt karşılıklarından ayakkabıya sabitleyebiliyorsunuz. Bu cırt bantlara hiç ihtiyaç duymadım. Sadece uzun süren koşularda 2-3 kere yukarı sıyrılan tozlukları tekrar aşağı çekerek düzeltmem gerekti.
    Bu tozluklarda beğenmediğim tek tön ayakkabının ön kısmına sabitlemeye yarayan kanca detayı. Tozluğun en ucunda bir kanca bulunuyor, bunu ayakkabının bağcığının en alttan geçen yatay hattına takmanız gerekiyor. Bağcıkları ne kadar sert sıkarsanız sıkın en altta muhakkak bir boşluk kalıyor. Bu boşluk da kancanın biraz geri kaymasına sebep oluyor ve tozluk da geri kayınca ayakkabıyı fotoğraflarda gözüktüğü kadar aşağıdan  sarmalamıyor. Belki tozluk üzerindeki kancayı tutan kayış daha kısa olsa bu dert ortadan kalkacak. Sonuç olarak fotoğraflarda gözüktüğü kadar örtücü olmasa da taban kayışının olmaması ve hafifliği ile kullanışlı bir ürün.
  • Black Mountain Thermal Wind Jacket
    November 26, 2011
    Geçen sene katıldığım Connemara Ultra Maratonu 'nun hazırlık dönemi belki de yılın en soğuk ve kötü havalarına denk geldi. Bunu öngördüğüm için kötü hava şartlarında kullanabileceğim malzemelerin araştırmasına çok öncesinden başladım. Bu ceket hem yazılan yorumlardan, hem de Dailymile'dan takip ettiğimJonathan'la yaptığım yazışmalardan sonra ulaştığım bir ürün oldu.

    Bu ceketi kullandıktan sonra GoLite markasının başka ürünleriyle de tanıştım ve koşu tekstili alanında başarılı olduklarını düşünüyorum. Ancak bu ceketin yeri o kadar farklı ki, sırf kötü hava antrenmanlarıda değil, günlük kullanımda da vazgeçemediğim bir ürün. Hatta aynısından bir tane daha edinmek için sezon sonu indirimlerini sabırsızlıkla bekliyorum, zira on-line satış firması Rei %40 lara varan indirimler yapabiliyor.
    Ürün hakkında okuduklarımdan sonra kargodan gelen paketi ilk açtığımda çok şaşırdığımı ve hatta hayal kırıklığına uğradığımı itiraf etmeliyim. Tüm yorum yazıları beni bir "süper-ceket" beklentisine sokmuş olacak ki, karşıma bildiğimiz "softshell" tarzı bir ürün çıkınca şaşırdım. Ancak ceketi giymeye başlayınca ben de kısa sürede taraftar kervanına katıldım.
    Ceketi 4 saat ve üzeri antrenmanlarımda Boğaz kıyısında koşarken gidim. Mevsim itibariyle bu koşular en soğuk günlere denk geldi, hatta çoğunda sert bir rüzgar eşliğinde kar yağdığı da oldu. Boğaz'da kış günlerinde koşanlar özellikle Akıntı Burnu ve Tarabya gibi dönüşlerde esen rüzgarı gayet iyi bilirler, bazen o kadar şiddetli eser ki göz yaşından gözünüzü açamazsınız ve kar taneleri iyi örtünmezseniz kulağınıza kurşun gibi saplanır. İşte bu havalarda koşuya sadece içime uzun kollu bir termal içlik, ara katman olarak bir T-shirt ve dış katman olarak da bu ceketi giyerek çıktım ve gayet yeterli olduğunu gördüm. Antrenman yöntemi olarak koş/yürü sistemini uyguladığım için 4 saat boyunca her biri 3 dakika olacak şekilde yaklaşık 6-7 mola vermem gerekiyordu. Soğuk havalarda en büyük dert yürüme molalarında üşümek. Isınmış bir vücut o kadar sürede soğumaya başlıyor ve tekrar koşuya geçmek epey zor oluyor. Ceket ısı yalıtımı ile bu alanda çok faydalı oldu.
    Ürün hafif ve ısıtıcı bir yapıya sahip. Sert rüzgarları kesmesi için göğüs ve kol kısımlarında ciddi bir yalıtım var. Sırt ve kol arkası bölümleri ise hava alabilecek yapıda. Kesim ve dikiş olarak hareketlerinizi kısıtlamıyor. Dar kesim boğaz kısmı fermuarı tam kapatınca boyun çevrenizi iyi koruyor. Ben gene de daha iyi bir boğaz koruması için bu bölgeyi bir Buff ile destekledim, bu sayede hem soğuk hava akışını kesiyor hem de yağmur ve kar sularının yakadan içeri sızmasını engelleyebiliyorsunuz. İki yandaki fermuarlı cepler jel ve gofret tarzı ürünler için gayet yeterli boyutta, eldiven şapka gibi aksesuarları da kolayca sığdırabiliyorsunuz. Şimdiye kadar hiç kapüşonlu ceketlerle koşmadığım için böyle bir alışkanlığım yok, dolayısıyla bu ceketin kapüşonu olmamasını objektif olarak değerlendiremiyorum.
    Kısa bir son söz yazmak gerekirse güncel döviz kurlarına göre artık ucuz sayılmasa da ödediğiniz parayı son kuruşuna kadar hakkeden bir ürün. Soğuk havalarda ve zor şartlarda koşmanız gerekecek ise tavsiye edebileceğim bir ceket.
    Satın almak için rei ve amazon sayfalarını kullanabilirsiniz.
  • Alışveriş Listesi
    November 26, 2011



    Orman veya patikalarda koşma düşünceniz varsa, yol koşusuna göre biraz daha farklı ve hatta daha fazla malzeme edinmeniz gerekebilir. Bu gereksinimler kişiden kişiye ve yapılacak koşuya göre çeşitlilik gösterecektir. İnternette biraz araştırma yaparsanız, çeşitli markaların başlı başına patika koşusu için oluşturdukları ve durmadan geliştirdikleri koca bir marketin ortasına düşersiniz. Hele benim gibi (artık bu konuda kendine dur demeye çalışan…) bir aksesuar delisi iseniz ekonomik açıdan işiniz zor olabilir. Zira işin içine teknik malzemeler girince fiyatlar da tırmanmaya başlıyor. "Nefes alabilir su geçirmez kumaşlar", "hafif malzeme" gibi detaylar bu işin en can alıcı ama bir o kadar da can yakıcı tarafı.
    Patika koşu ayakkabıları
    Sırf bu iş için ayakkabı üreten markalar olduğu gibi standart malzemeler üreten bilindik markaların da patika koşu ayakkabıları olduğunu göreceksiniz. Türkiye’de bu konuda karşılaştığımız sıkıntılardan en büyüğü marka ve model azlığı iken bence esas sıkıntı zaten az olan seçenekler hakkında yetkin satıcılar da bulunmaması. Bu sadece patika koşu ayakkabıları için değil, tüm koşu ayakkabıları için de geçerli. Bilindik markaların gayet hatırı sayılır fiyattaki ayakkabıları arasında karar verme aşamasına geldiğinizde çoğu zaman hisleriniz veya internetten okuduklarınıza dayanarak adım atmanız gerekiyor. İki ayakkabı arasındaki farkı sorduğunuzda satıcının size daha pahalı olan modeli gösterip, bunun diğerine göre çok daha profesyonel ve kaliteli bir ayakkabı olduğunu söylediği durumlarla karşılaşıyorsunuz. Burada kalite neye göre belirleniyor anlamak çoğu zaman zor. Ayakkabı koşunun sağlık ile doğrudan bağlantılı bir enstrümanı. Ayakkabıyı sadece iyi performans için değil ayak sağlığı açısından da değerlendirmek lazım. Aynı bilgisayar alırken monitöre yapacağımız yatırım ile göz sağlığınızı gözetmek gibi düşünebiliriz. Gerçekten kaliteli olsa da yanlış seçilmiş bir ayakkabı ıstırap haline getirerek sizi koşmaktan soğutabileceği gibi ayak ve bacak adalelerinizde tamiri güç ve hatta bazen mümkün olmayan hasarlara yol açabiliyor.
    Yol koşusu ayakkabılarında genel yapı önemli, ayağınızı içe veya dışa basmanız, taban yapınız seçimi etkileyen faktörler. Arazide koşarken attığınız her adımda işin doğası gereği zaten içe veya dışa basacağınız için bu gibi sorunlar öncelikli değil. Gene de destek yönü kuvvetli modeller üretiliyor. Ayakkabı seçimi açısından daha çok koşacağınız zemin yapısı veya koşunun karakteri önemli. Zeminden zemine çok fark olabiliyor, ultra maratonların çoğu toprak yol, asfalt yol, çamurlu zemin, taşlık zemin, kum, karla kaplı zemin ve hatta bazen su geçişleri içerebiliyor. Bu sebeple koşacağınız rotayı bilmek önemli. Bu mantıkla da tek bir patika ayakkabısı değişik ultra yarışları için yeterli olmayabilir.
    Patika koşusu ayakkabılarında taban yapısı dağ yollarının taşlık ve kayalık zeminlere göre düz ve sert olabildiği gibi toprak, kum ve çamurlu rotalar için de yüksek yol tutuşu sağlayan dişli tabanlar bulmak mümkün. Taşlık yollar için düşünülen modelleri, ayak parmaklarınızı bir kamyon tamponu gibi sarmalayan burun koruyucularından tanıyabilirsiniz.
    Nefes alan ama su geçirmeyen, en çok Gore-tex markası ile tanınan kumaşların ayakkabılarda kullanımı bir tartışma konusu. Bir kısım koşucu su geçirmez özelliğinin sağladığı konfordan memnunken, benim de benimsediğim karşı bir görüş ayakkabının bir şekilde su alma durumunda zor kuruduğu ve suyu dışarı atamadığı yönünde. Evet, sığ su birikintilerine basınca veya otlardan gelen çiy suları bu tip ayakkabılarda ayağınıza işlemiyor ama bilekten içeri su girmesi durumunda veya eskime sebebiyle ayakkabı yavaş yavaş su sızdırmaya başlayınca ıslanan çoraplar ciddi dert olmaya başlıyor. Islak çorapla uzun süre koşmanın sıkıntısını çekenler bilir, su toplamadan tahriş olmaya kadar her türlü acı verici olaya çanak tutmuş olursunuz. Normal kumaşlı ayakkabılar en ufak su temasında ıslansa bile koşunun getirdiği ısınma ile kolayca kuruyor ve su dışarı atılıyor.

    Çorap
    Çorap, yolda olsun patikada olsun koşarken ayakkabı ile iyi geçinmesi gereken bir arkadaş. Yine başına gelenler bilir ki bazı çoraplar bazı ayakkabılarda parmak vurması veya su toplaması gibi sıkıntılara yol açabilir. Bu gibi durumlarda doğrudan ayakkabıları kurban seçmeden önce değişik çoraplarla da denemeler yapmakta fayda var. Piyasada dokuma türleri, dikimleri ve taban yapıları ile koşuya yönelik çorapları bulmak mümkün. Patika koşuları ve uzun koşular için kullanılabilecek özel çorap türlerinden biri de parmaklı, eldiven yapısındaki çoraplar. Injinji markasının öne çıktığı bu modellerde çorap aynen eldiven gibi her ayak parmağını sarmalıyor. Bunun avantajı uzun süren performanslarda ayak parmaklarının birbirine sürtünmesini engellemek, parmakları terden ve sürtünmeden korumak.
    Kullanılan bir yöntem de önce “liner” çorap giyip, dış katman olarak normal bir koşu çorabı kullanmak. Bu durumda da içteki çorap teri emerek kolayca dışarı atıyor, dış katman da tampon görevi görerek sürtünmeyi azaltıyor. Bu yöntemde ayakların üşüme riski de azalmış oluyor. Dikkat edilmesi gereken bir nokta, çift çorabın kalınlığın da doğal olarak artması. Bu da normalde ayağınıza uygu numaradaki bir ayakkabının dar gelme tehlikesini doğurabiliyor. İç çorap ne kadar ince olursa bu risk azalmış olur. Böyle bir birleşimi önce kısa koşularda denemekte fayda var.
    Uzun sürecek koşularda benim tercihim Injinji markasının ön plana çıktığı "parmaklı çoraplar". Bunlar klasik eldiven gibi her ayak parmağı ayrı olan çoraplar. Her parmak için ayrı bir bölüm olması demek parmakların birbirine sürtmesinin de engellenmesi demek. Terden veya dış ortan sıcaklığından ıslanan parmaklar zamanla birbirine değen noktalardan su toplamaya başlıyor. Ayak derisi özellikle parmak aralarında çok hassas olduğu için kolay tahriş oluyor ve gittikçe artan can acılarına yol açıyor. Parmaklı çoraplar bu anlamda sağladıkları koruma ile önem kazanıyor.
    Çoğu uzun mesafe koşucusunun ultra yarışlarında “baldır çorabı” da denilen özel sıkıştırma çorapları giydiğini görebilirsiniz. Internette “kompresyon çorabı” olarak bulabileceğiniz bu ürünler, varis çorapları gibi bölgesel sıkıştırma sağlayan kılıflar. Markaların web sitelerinde bu ürünler dünyanızı değiştirecekmiş gibi tanıtılsa da ben açıkça ayıt edilebilir bir fark yarattıklarına şahit olmadım. Özellikle tırmanış ağırlıklı parkurlarda ister istemez parmak ucunda yürüdüğünüz veya koştuğunuz için baldır adaleleri normale göre daha çok yoruluyor. Bu çoraplar da bu adale gruplarını sıkıştırarak laktik asit birikimini, dolayısıyla da yorulma hissini geciktiriyor. Üst vücut, kollar, bacaklar gibi ayrı ayrı tüm vücut bölümleri için kompresyon giysileri bulunsa da bana mantık olarak en yakın gelenleri baldır çorapları.

    Tozluk
    Bunları ayakkabıların üzerine takılan kılıflar gibi düşünebiliriz. Dağcılık, yürüyüş, oryentiring gibi spor dallarında da kullanılan bu aksesuarların temel görevi ayakkabının koncundan girebilecek yabancı maddelerin önünü kesmek. Ayakkabının içine kaçabilecek ufak bir taş, dal parçası, diken ve hatta kum tanesi bile uzun koşularda rahatsızlık hissi yaratabileceği gibi, başımıza su toplamasına kadar varabilecek dertler de açabilir. Tozluklar aynı zamanda bağcık kısımlarını da örttüğü için koşarken çözülen bağcıklarla uğraşmanızı da engelleyebilir. Ayakkabının içini boşaltmak veya bağcık bağlamak basit işler olsa da, bir yarış sırasında gereksiz zaman kaybına yol açacaktır.
    Tozluklar genelde ön taraflarında bulunan kancaları ile ayakkabının en alt bağcık geçişine sabitleniyor, arkadan da gerdirerek sabitlenebiliyor. Bazı modellerde yukarı kaymayı engellemek için ayak tabanı altından geçen kayışlar da mevcut. Ayakta en uzun süre muntazam duran modeller bunlar olsa da, bu kayışlar zeminle temas halinde olduğu için zamanla aşınma ve kopma riski taşıyor.

    Tayt, şort, pantolon ve üst giysileri
    Bu giysilerde özellikle aramanız gereken şartlar pek yok gibi. Tabi markaların patika koşusuna özel üretildiğini öne sürdüğü malzemeler de yok değil ama baktığınız zaman bu ürünlerin klasik koşu tekstilinden çok da farklı olmadığını görüyorsunuz. Yaz şartlarını düşününce UV korumalı kumaşlar mantıklı olabilir. Yine de kumaşın UV korumasıyla kalmayıp her zaman koruyucu krem kullanmakta fayda var. Hava şartlarına göre giyinmek, soğuk havalarda katmanlar yaratmak temel yöntem olmalı. 100km ve üzeri mesafelerde, çoğunlukla karanlıkta da koşulacağını düşünürsek, yansıtıcı bantları veya parçaları olan giysileri tercih etmek mantıklı olacaktır.
    İlk katman olarak doğrudan çıplak tene giyilen, ter atan ve vücut ısısını dengeleyen özel içlikler, özellikle soğuk hava koşularında yüksek fiyatlı ama yararlı ve önemli giysilerdir. Hem sıcak hem de soğuk havalarda vücut ısısını dengeleyen kumaşlar da bulunabiliyor.

    Eldiven
    Baton kullanımında veya soğuk havalarda eldiven kullanmak gerekecektir. Harcanan enerjinin çok önem kazandığı uzun koşularda vücudun bir de elleri ısıtmaya çalışması gereksiz kayıplara yol açacaktır. Baton kullanırken parmaksız eldivenlerle el ve parmakları sürtünmeden korumak doğru olacaktır.

    Kolluk
    Soğuk havalarda kolları ısıtmaya, sıcaklarda ise serin tutmaya yarayan bu ürünleri kollara geçirilen kumaş borular gibi düşünebiliriz. Elastiki yapıları ile kolu sıkıca sararlar. Yazlık modellerde UV koruma özelliği bulunur. Sıcak havalarda suyla ıslatarak serinlik hissini de uzatabilirsiniz. Sıcaklık değişikliklerinin sıkça yaşanabileceği uzun koşularda takıp çıkarma kolaylık açısından da kolluklar faydalı olacaktır, çantanızı çıkartmadan ve soyunmadan üzerinize uzun kollu bir giysi giymiş gibi olabilir, kolayca tersini de yapabilirsiniz. Kolluk denince ilk akla gelen, özellikle koşu için tasarlanan bir marka olan Moeben.

    Buff
    Aslında bir marka olan “Buff” adı ile bütünleşmiş bu ürünleri, elastiki ve dikişsiz yapıları ile herhangi bir rahatsızlık duymadan baş ve boyun bölgenizde koruma amaçlı kullanabilirsiniz. Buff’lar bere, safari tipi enselikli şapka, saç bandı, boyunluk, balaklava, yüz maskesi, alın bandı ve benzeri şekillerde kullanılabilir. Web sitesinde kullanım şekilleri ile ilgili eğitici videolar bulabilirsiniz. Hafif ve ucuz ürünler olmalarının yanı sıra sağladıkları yarar büyüktür.

    Gözlük
    Polar ve UV filtreli güneş gözlüklerinin güneşe karşı sağladıkları korumayı uzun uzun anlatmaya gerek yok, yaz koşularının vazgeçilmezlerindendir.
    Koştuğunuz patikalarda kafa gelebilecek hizalarda dikenler ve dallar bulunuyorsa gözlerini koruma amaçlı şeffaf camlı gözlük kullanmak iyi bir fikir olabilir. Özellikle önünüzde koşan bir arkadaşınız veya yarışmacı varsa, geçerken ittiği dallar bir kırbaç gibi yüzünüze savrulabilir.
    Gözü bozuk koşucular için içine numaralı gözlük camlarının yerleştirilebildiği güneş gözlükleri bulunmaktadır.

    Çanta
    Çanta konusunda birçok marka ve model görmek mümkün. Bu konuda da birçok değişken var, tek bir çanta tipi önermek mümkün değil. Çanta seçerken koşunun özelliklerini iyi incelemek lazım.
    Yapı olarak düşünürsek genelde ince uzun çantalar koşu sırasında sırtta duruş olarak denge sağlamak adına avantajlı oluyor. Uzun koşularda sırta iyi oturan, hareket ettikçe sağa sola kaymayan ve zıplamayan çantalar seçmek gerekiyor.
    Hafif bir çanta seçmek de önemli. İçine her koyduğunuz parçada gram hesapları yaparken çantanın kendisinin ağır olması çelişki yaratacaktır.
    Dış cepler uzun koşularda önem kazanıyor. Ana hacmi sık açıp kapamak zor iş,  yolda gerekebilecek şeyleri kolayca depolayabileceğiniz dış cepler, size koşarken zaman kazandıracaktır. Tabi bu ceplerin fazla çıkıntı yapmaması, gereksiz salınımı arttırmaması gerekiyor.
    Çantaların bel kısımlarında doğrudan bel kemeri üzerinde veya kemere takılı ayrı çantacıklar şeklinde cepler bulunabiliyor. Bu ceplerin de koşarken faydasını görüyorsunuz. Jel, ufak tefek gıdalar, tabletler gibi gereksinimleri buralara doldurup koşarken kolayca ulaşabiliyorsunuz.
    İçme suyu depolaması konusunda da farklı çanta modelleri var. Birincil amacı su depolamak olan basit çantalar var, bunlar ucu hortumlu su torbası taşımaya yarıyor, piyasada Camelbak markası bu konuda öncü sayılabilir. 1-2lt civarında kapasiteye sahip çantalara su doldurup uçlarındaki hortumu çantanın yan pencerelerinden çıkartarak askı kayışına sabitleyebiliyorsunuz, koşarken bu hortumdan rahatça su içebiliyorsunuz. Çanta içinde taşınan su torbalarının en büyük derdi su kaynağında tekrar doldurulmaları. Çantayı açıp, diğer eşyaları boşaltıp torbayı çıkartmak gerekebiliyor ki uzun koşularda bunu bir çok kez tekrarladığınızı düşünürsek gereksiz vakit kaybı. Su torbasına çantayı açmadan ulaşılabilen modeller de mevcut. Daha kolay bir yöntem olarak su mataralarından bahsedebiliriz. Çantanın dışındaki özel ceplerde taşınan mataraları takıp çıkarması çok daha kolay. Öte yandan ne kadar suyunuz kaldığını da rahatça görebiliyorsunuz. Mataraları bel hizasında taşıyan çantalar var, bazı modellerde de askı kayışları üzerinde matara asma bölmeleri bulunuyor. Innov-8 markasının patentini aldığı bel kemeri hizasına yayılan yatay su torbaları da var, firmanın iddiasına göre bu yapıdaki su torbası ağırlık merkezini de yere yaklaştırdığı için koşarken denge avantajı sağlıyor.
    Baton kullanıyorsanız çanta üzerinde takmak için kanca veya yuvalar bulunması da önemli. Uzun koşularda batonları kullanmadığınız zaman elde taşımak sıkıntı verecektir, bu sebeple batonları kolayca çantaya takıp çıkarabilmelisiniz.
    Çoğu çanta üzerinde elastiki ip benzeri gergi sistemleri de görebilirsiniz. Bu iplerin altına çeşitli eşyaları sıkıştırabiliyorsunuz. Ayrıca bu ipleri gererek çantada kalan boşlukları da almak mümkün. Boşlukları alınmış bir çanta koşarken sırtta çok daha sabit duracak, içindeki eşyaların da sağa sola savrulmasını engelleyecektir.
    Uzun koşularda hava şartlarının da değişkenlik göstereceğini düşünürsek yağmura karşı dayanıklı kumaş kullanılmış ve dikişleri izole edilmiş çantalar önem kazanacaktır.
    Ultra yarışları için tasarlanan bazı çantaların göğüs kısmında küçük çantalar da yer almakta. Bu ek çantalara yiyecek, harita, pusula, jel gibi koşu sırasında kolayca ulaşmanız gerekecek malzemeleri koyabiliyorsunuz. Bazı markalarda bu çantalar ayrıca satılabiliyor, askı kayışlarında takma yerleri hazır bulunuyor. Çanta seçerken bu detaya dikkat etmek gerekebilir.

    Batonlar
    İniş çıkışların fazla olduğu ultraların vazgeçilmez dostlarıdır. Batonlar doğru kullanıldığı zaman dizlere ve bacaklara binen yükü azaltacağı için yorulmaları geciktirecek ve sakatlanma riskini azaltacaktır. Ayrıca bozuk zeminlerde koşarken denge sağlamaya da yarar. Baton kullanımı ayrı bir bilgi ve tecrübe gerektiriyor. Eğime göre boylarının ayarlanmasından ayaklarla koordine kullanımına kadar öğrenilmesi gereken bir çok püf noktası var. Bilinçli kullanıldığında özellikler uzun koşularda olaya kattığı değer büyük oluyor.

Headlines by FeedBurner

0 comentarios:

Publicar un comentario

Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites More

 
Diseñado por José Touriño Campelo